17 Ekim 2014 Cuma

Marmaris & Sedir Adası

Bu yıl yaz sezonu kapanışını Marmaris’te Kurban Bayramı sonrasında 4 günlük tatil ile yaptık. Ekim ayında olması nedeniyle havadan şüpheliydim ki bir gün iyi bir yağmur yağdı. 




Fakat sezon sonunun avantajları da vardı elbette… Öncelikle 5 yıldızlı tam pansiyon bir otelde çok uygun fiyatlarla tatilimizi yaptık ve sezona kıyasla boğucu bir kalabalık yoktu. Her ne kadar önceden bu konseptte bir tatile karşı olsam da birinci günün sonunda anladım ki bazen gerçekten bu şekilde dinlenmeye ihtiyacımız oluyor. Fakat ikinci günün sonunda sabahtan akşama sezlongta yatıp denize girip, yemek saatlerini gözlemekten sıkılmadım dersem yalan olur. Sanırım İsot da aynı düşünüyordu ki; bize üç gün konaklama yetti de arttı bile. Bir de üç gün boyunca aynı yerde kalıp, insanlardan izole olmak, yerelle konuşup kaynaşmamak ve alışveriş yapmamak tuhaf bir şeydi. Sanırım bu durum daha çok yabancı turistlerin hoşuna gidiyor ki, otelde bulunan 2-3 Türk misafirden biriydik. Kaldığımız otelin müşteri profili genelde orta yaş ve üstü yabancılardı. Akşam düzenlenen eğlence organizasyonları ise tam bir felaketti benim nazarımda. Bu yüzden akşam yemekten sonra otelden resmen kaçtık…








Tatilde akşama kadar tam bir miskinlik halinde geçse de yemekten önce spor salonu ve otelin nimetlerinden yararlandık. Akşam yemeğinden sonra da sahil bandında uzun yürüyüşler yaptık. Fakat tam pansiyonumuzu da heba etmeyelim diye açıkçası dışarıda fazla yemedik. Eeee hal böyle olunca pek fazla mekan bilgisi veremiyorum ne yazık ki… Kaldığımız süre boyunca, Marmaris meydanı, yat limanı, marina ve barlar sokağını arşınladık. Sahil şeridi boyunca yaptığımız yürüyüşlerde gerçekten iyi ve kaliteli mekânlara rastladık. Tabi bunların yanında (yine bana göre) kişiliksiz ve manasız bir şekilde dekore edilmiş, kapısında gelen yabancı turistleri içeri alabilmek için laubali tavırlar sergileyen ve laf atan mekânlar da vardı. Biraz açayım: Meksika ve uzak doğu tasarımlarının bir arada bulunduğu loş bir ortamda neon ışıkları ve lazerle aydınlatılan bir sahnede üstsüz dört erkeğin teşhirci bir show yaptığını düşünün. Hemen yanında karaoke yarışması ve sesin son noktasına kadar açılması ve insanların şarkı söyleme çabaları… Biraz resmedebildim sanırım…
Onun haricinde barlar sokağı güzel, fakat sezon sonu olmasından mütevellit çok sakindi. Burada hani böyle sokakta satılan mısır tezgâhları var ya, onun gibi tekila shot büfeleri yapmışlar, ilgimi çekti ve bence güzeldi. 



Limanı tabi ki çok ama çok lüks yatların bulunduğu bir yerdi… İnsan fakir miyim? diye düşünüyor :) Liman tarafının daha elit olduğu, mekanların genelde rakı-balık mekanları olup aşırı sesin bulunmadığı yerlerdi. Ortam limandaki aydınlatmalar, şehrin içinde ufak tefek peyzaj süslemeleri ve heykellerle bence çok hoş, sıcak ve samimi bir ortam haline getirilmişti. Bunlar arasında en çok ilgimi çekenler, limandaki ahtapot heykeli, bir sanat galerisi önündeki grafiti ve bir elektrik trafosunun rengarenk çiçek saksıları ile donatılmasıydı. 




Son gün otelden ayrılıp kalan zamanımızı da Sedir Adası dedikleri Kleopatra kumsalının bulunduğu bir adada geçirdik. Yol üzerinde Çamlı Köyü'nden kalkan teknelerle bu adaya ulaşılabiliyor. Ada bir sit alanı ve yerleşim yok, zaten oldukça küçük. Tekne turumuz denizin, dağların ve manzaranın harika olması nedeniyle oldukça keyifliydi. 






Adaya vardığınızda giriş ücretli sanırım, müzekart ile de girebiliyorsunuz, fakat bizim gibi Maximum üyesi iseniz ücretsiz oluyor. Ada çok küçük ve kısacık bir kumsalı var. Kleopatra kumsalı denen bu kumsalı ise halatlarla kapatmışlar. Neden? Çünkü çok özel bir kumu varmış. Bir de bu yetmiyormuş gibi kumun başına bir özel güvenlik koymuşlar, yani adamın işi tüm gün boyunca kumsala biri giriyor mu diye gözlemek! Bana çok komik geldi :). 

Rivayete göre, Kleopatra ve Antonius burada yüzmüşler ve plajın altın kumları özel olarak Kuzey Afrika'dan buraya gemilerle getirtilmiş. Kum buranın haricinde sadece Mısır'da bulunmaktaymış. Bu kumu ben daha çok irmiğe benzettim :). Kumsalın kenarından kıyısında denize girdik, inanılmaz berrak, cam gibi, yumuşacık zemini olan harika bir denizdi, hakkını vermek lazım. Ayrıca kumsalın arkasına da palmiye ağaçları arasına tahta şezlonglar atmışlar, tavuklar arasında güneşlenebiliyorsunuz :). 





Biraz yüzdükten sonra küçük adanın diğer tarafında bulunan ve tahta yollardan gidilen Roma çağından kalma Antik tiyatroyu gezdik. Tabiî ki insan bu kadar yıllar önce burada bir medeniyetin olduğunu görünce bir tuhaf oluyor. Sonra teknemizin kalkma saati yaklaşırken tahta yoldan çıkışa yöneldiğimizde tahtaların üzerinden yağ gibi kayarak geçen yılan biraz adrenaline sebep olmadı değil :). 





Teknemiz küçük bir iskeleye demir atmıştı ve iskeleye gittiğimizde denizde milyonlarca irili ufaklı balığın berrak suda yüzdüğünü gördüm. Onları izlemek, muhteşem manzara, sadelik, mütevazilik ve doğadaki zarafetin keyfini çıkarmak ve huzur ile dolmak benim için paha biçilemezdi. Dönüş yolunda teknedeyken, doğa bize daha güzel bir manzara sunmak istercesine yağmur damlalarını indirdi denize… Denizin koyu ve açık mavisi ile ağaçların yeşili daha da bir belirginleşti. Yağmur tanelerinin denizle buluştuğunda çıkardığı tek tek ve genel görüntü tabloyu tamamladı…




İyi ki de Sedir Adası’na gitmişiz demiştim gün sonunda, ben otelde kalmaktan çok çok daha fazla keyif almıştım son gündeki bu gezimizle… Tatilimiz ve Sedir Adası gezimiz burada bitmek üzereydi, bize kalan ise çok sayıda güzel fotoğraf ve anı…




26 Ağustos 2014 Salı

MAKEDONYA - Struga , Ohrid, Bitola ve Üsküp

Ağustos ayında iki haftalığına Makedonya’da düzenlenen bir yaz okuluna katılımcı olarak gitme hakkını kazandım. Bütün hazırlıklar tamamdı, uçak bileti, davet yazısı, kurumdan izinler ve görevlendirmem… Fakat ben şimdiye kadar hiçbir Balkan ülkesinde bulunmadığım için beklentim biraz yüksekti sanırım. Sonuç olarak ne olursa olsun Avrupa kıtasına gidiyordum ve benim beynim Avrupa denince Batı Avrupa’yı kurguladığı için açıkçası bu hayalime benzer bir ülkeyle karşılaşmayı bekliyordum. Fakat Makedonya Üsküp’te Büyük İskender Havaalanı’na inip ismine tezat ne kadar küçük olduğunu görünce beklentimi baya yüksek tuttuğumu anladım. Neyse Vardar Ekspres ile yaklaşık yarım saat yolculuktan sonra bizi alacakları otogara gelmiştik. Buradan3 saatlik bir otobüs yolculuğu ve 10 euro karşılığında yaz okulunun büyük kısmının gerçekleştirileceği Struga şehrine gidecektik. Meğer bu yolculuğu transporter bir araçta yapacakmışız. Neyse öyle böyle derken 17 saatlik yolculuğum (gece yarısı Isparta-sabah Antalya’dan İstanbul- öğle saatlerinde İstanbul’dan Üsküp -4 civarı da Üsküpten Struga’ya) sona ermişti. Hotele yerleştim, su almak ve etrafa bir bakınmak için markete çıktığımda kendimi daha da kötü hissettim. Çünkü burası çirkin bir şehirdi. Gerçekten çirkin… Tozlu, çöplü sokaklar, tamamlanmamış tuğla binalar, eski yıkık dökük binalar ve tam hotelin karşısında ‘Müslüman Kabristanı’, birebir Türkçe yazıyordu. Zaten yolda gelirken de Makedon dili, İngilizce ve Rusça’dan sonra Türkçe’ye rastlamıştım. Çok sayıda küçük köyde cami görmüştüm… En önemlisi de havaalanından iner inmez Tepe Akfen ve Halkbank’ı, Acıbadem ve Cevahir Holding Bilboardlarını görmemdi. Yani kısacası hala buralarda hükmümüz sürüyor gibiydi.

Birkaç günümü geçireceğim Struga şehrinden önce Makedonya hakkında birkaç kısa not… Makedonya 1991’de bağımsızlığını ilan etmiş ve Yugoslavya’dan ayrılmış, 2 milyon nüfuslu küçük bir Balkan ülkesi. Yani bizim birçok büyükşehrimizden küçük bir ülke…  Ülkenin farklı şehirlerinde, 80 bin civarında Türk yaşıyor ve ülke nüfusunun %30’u Müslüman. Çok sayıda Arnavut’un bulunduğu bir ülke, Arnavutluk savaş döneminde savaştan kaçan 400 bin kişi buraya sığınmış, yani onlar aslında azınlık değiller… Dahası bol bol cami ve ezan sesi duyup yabancılık çekmeyeceğiniz bir yer.  Vakti zamanında Osmanlı toprakları olmasından mütevellit, Türkçe ile Makedonca’da çok fazla sayıda benzer kelime bulunuyor. Bir de bu durumu son zamanlarda çılgınlar gibi izlenen (abartmıyorum her Allahın günü prime time da bir Türk dizisi vardı) Türk dizileri de desteklemiş. Haliyle insanlar Türkiye’ye ve Türkçe’ye ayrı bir sempati duyuyorlar. Yalnız ülke Doğu Blogu ve komünizm ile Osmanlı Devleti’nin tarihlerinde yarattıkları izleri silmekle uğraşan, kendisini yeniden inşa etmeye çalışan ve iki arada kalan bir ülke… Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da sanırım yaptıkları ilk iş inkar ettikleri tarihlerinin eserlerini imha etmek olmuş ki, bunu Üsküp’ün 2012 yılında yapılan bütün başkent binaları, köprüleri ve devasa fakat ruhsuz estetistikten yoksun mimarisinden anlıyorsunuz. Bu bölüme Üsküp’e gelince tekrar değinicem zaten ama benim için iç burkucu bir durumdu. Son olarak ekonomisinden bahsedeyim, durumları bizim ülkemizden çok daha kötü, bir Türk Lirası 21 Makedon Dinarı. Yani yemenin içmenin, kalmanın, gezip, eğlenmenin bizden bile ucuz olduğu bir ülke… şöyle belirteyim ben 130 Euro cep harçlığı ile (konaklama hariç) 12 gün hiçbir şeyden eksik kalmayarak tatilimi tamamladım. 

Struga şehri Ohrid şehri’nin hemen hemen karşısında 10-15 km uzaklıkta Ohrid Gölü kıyısında çok küçük ve yerel turisti çeken ve pek de tarihi olmayan bir yer. Şehirde sadece bir tane büyük otel var, diğer konaklama yerleri ise yerel halkın pansiyon olarak işlettikleri yerler ve ülkemizde devlet kurumlarının tatil tesisleri olur ya, tam öyle yerler… Benim kaldığım yer de bu göl kenarındaki bu tesislerden biriydi. 

Tesisimiz


Tesisin Hemen Kapısında Yüzmeden Sonra :)


Programa katıldığımız için topluca kahvaltı, öğle ve akşam yemekleri sabah 10 akşam 5-6 arası dersler vardı. Bu yoğun program nedeniyle, dışarıyı adamakıllı ve gün gözüyle göremeyeceğimi anlayınca ben de dersleri iki gün astım :). Bu öğrenci psikolojisi var ya hiçbir yaşta ve hiçbir yerde değişmiyor. Çünkü dersi asıp da kendi programımı yaptığımda öyle bir katıksız sevinç vardı ki içimde anlatamam… Açıkçası böyle bir nefes almaya da ihtiyacım vardı, çünkü bir yerden sonra 50 kişi sürü halinde hareket etmek benim sinirlerime dokunuyor ve canımı sıkıyor. Neyse bu dersi asmalarımdan birinde şehir merkezinde döner yedim, güzeldi fena değildi, dondurmamı alıp kısacık caddelerde yürüdüm ve tabii ki bisiklet kiraladım. Ehliyetimi rehin olarak verince, amcanın Türk olduğunu anladım. Bana hem indirim yaptı hem de 5 saatlik fiyatına 2 gün bisikleti verdi. Sonra da bana dönüp ‘Kaç Kızım Kaç’ dedi. Meğer orda kaç git anlamına geliyormuş. Bisiklet ile ilk gün, gün batımına 2-3 saat kala Ohrid tarafına 10 gittim. Ohrid’in girişinden dönmek durumunda kaldım, çünkü bisiklet eski ve hantal idi ve ışığı yoktu. Göl kıyısından, kıyıdan kıyıdan, ağaçların, ahududuların arasından, gidiş dönüş toplam 22 km yaptım ve biraz nefes aldığımı hissettim. Sonra yolda giderken gizli saklı bir yerde, sanırım özel mülkiyet olan küçük bir iskeleyi fark ettim. Oranın fotoğrafını çekip, manzarayı keyifle izleyip, kruvasan ve soğuk çayımı içtim. İkinci günümde ise tam ters istikamete doğru sürdüm bisikletimi. Bir 5-6 kilometre daha gitsem Arnavutluk’ta idim ama hem yola, hem bisiklete (yokuş çıkmam lazımdı), hem de sınır çalışanlarını güvenemediğim için gitmedim. Fakat orda gölün kıyısında gerçekten yayılan müzikle oldukça mistik hale gelmiş bir manastırı dolaşma imkanı buldum. 
Saklı İskelem :)


Göl Kenarında Mistik Manastır

Sadece bu gezmelerle kalmadı tabiî ki, bir ara bütün ekibi şehir turuna götürdüler. Kara Drim Nehri üzerinden geçtik. Bu nehir şehri ikiye bölen ve hareketli bir nehir… Üzerinde akşama doğru herkesin nehre atladığı Şiir Köprüsü bulunuyor. Ne yalan söyleyeyim çok isterdim ama o yüksekten ve göl suyuna atlamayı hiç gözüm yemedi. Sonra merkezini dolaştık. Bu sırada şehirde bulunan bir Börek dükkanından börek yemeyi, bir İtalyan restoranında (çok şirin bir mekandı) Türk arkadaşlar Pelin ve Tuğba ile birlikte akşam yemeği olarak pizza yemeyi ve son olarak sokakta lokma yiyip, Türk kahvesi hezimetini de yaşadım. Hezimet diyorum çünkü bu adamlar bizim kahvemizi kahve yapan bütün ritüelleri kaçırmışlar. Normal kahve isteyince Türk kahvesini, Nescafe (hazır kahve dicektim ama anlaşılır mı emin olamadım affedin) gibi hazırlayıp getiriyorlar, büyük fincanlarda, susuz, lokumsuz, telvesiz, köpüksüz… İçeceğinize içmeyin daha iyi bence, hele benim gbi kahve düşkünü iseniz hiç içmeyin… Neyse canımızı sıkmayalım :). Bir de iki gün derslerden sonra göl suyunda yüzdüm… Deneyimimi değerlendirmek gerekirse, bizim gibi üç tarafı muhteşem denizler ve kumsallarla kaplı, gerçek denizi bilen ve benzer ülkelerden gelenler için pek de zevkli değil, özellikle o balçıkta yürüyüp arada da göl bitkilerine takılmak… Bir de bulanık yani su, tatlı, kaldırmıyor… Ama belli ki yoklukta gidiyor çünkü hafta sonu adım atacak yer yoktu…

Kara Drim Nehri

Şiir Köprüsü'nden Tepetaklak



Tesisin Dibi :)

Eğitimlerin tam ortasında bütün katılımcılara yönelik Ohrid şehri gezisi ve bot turu düzenlendi. Ohrid’e gittiğimde Struga şehrinde yaşadığım gibi bir hayal kırıklığını kesinlikle yaşamadım. Burası görece büyük, daha bakımlı, bolca nezih mekanın bulunduğu ve genelde yabancı turist çekim merkezi olan ve tarihin izlerini sürebileceğiniz estetik ve güzel bir şehir. Turistik olduğu için de birazcık daha pahalı bir yer ama gidip görmenizi tavsiye ederim. Yine inanılmaz sayıda Türk turist var. Burası bir de siyah incisi ile meşhurmuş, bilgilerinize… Ohrid gölü hiç de azımsanmayacak büyüklükte adeta ucunu göremediğiniz dalgalı bir deniz gibi aslında, diğer ucu ise Arnavutluk’ta kalıyor. Yani göl bu iki ülke arasında paylaşılmış. Ohrid’de bulunduğumuzu sürede, sayısız merdivenlerden çıkıp Roma döneminden kalma Antik tiyatroya vardık, oradan tekrar yokuş çıkıp Ohrid Kalesi’ne vardık. Güzel panoramik şehir fotolarımızı tepeden çektik. Oradan da Panteleimon Kilisesi’ne gittik, burada söylenecek pek de fazla bişi yok,her yerdeki kiliseler gibiydi. Mumumu yaktım, duamı ettim, dileklerimi ilettim. Tam buradayken yağmur başladı ama hiçbir şey bizi yıldıramazdı. 

Panaromik Ohrid


Kaleden Manzara

Buradan belki de en güzel manzaralı kiliselerden biri olan ve bahçe ile manzaranın güzelliğinden içeri girmeye tenezzül bile etmediğim tam falezlerin üstünde gölün kıyısındaki St. John Kanoe Kilisesine gittik. Manzara muhteşemdi, ordan aşağı doğru süzülüp, kıyıya vardık. Tam kıyıdan yürürken, tahta köprüden geçtik. Bu köprü suların üzerinde ve köprünün tutma yerlerinde astrolojik burçlar yer alıyor, bir de birkaç Avrupa şehrinde rastladığım evlenen çiftlerin sonsuza kadar birbirlerine bağlanmak için astıkları asma kilitler bulunuyordu. Güzel bir köşeydi bence… Buradan şehir merkezine geldik ve nihayet serbest zaman verildi. Ohrid sokaklarında dolaştım, hediyelik eşya aldım, bol bol fotoğraf çektim, ünlü köftesinden yiyip, dondurma aldım ve geziyi biraz renklendirdim en sonunda ise meydanda bir cafeye oturup kahvemi yudumladım. 

St. John Kanoe Kilisesi



Balık Burcum :)


Ohrid Meydanı



Ohrid Limanı

Sonrasında akşama doğru bot turu düzenlendiği için limana doğru yol aldım. Botumuza geç de olsa bindik. Gün batımını oradan izleyip, tam karşı istikamette olan ve UNESCO tarafından dünya mirası listesine giren Galiçya Milli Parkı’na gittik. Burada bir manastırı ziyaret edip (bu manastırın bahçesinde sabahları sayısız tavus kuşunu görmek mümkünmüş), oradan sevimli tarihi bir lokantaya geçtik. Tabiî ki geleneksel Makedon içkisi Mastika’yı tattım burada, bizim rakıdan hiçbir farkı yok. Yalnız meze niyetine salata getiriyorlar. Buradan son durağımız gece yarısında Struga’ya varış oldu. Tabi botta parti de eksik olmadı hatta İsmail YK bile çaldılar yaaa.. 

Ohrid'i Gerimizde Bırakırken

Struga’da bir hafta kadar kaldıktan sonra Bitola adında küçük bir şehir ikinci durağımızdı. Burası Atatürk’ün de askeri eğitimini aldığı bir şehirmiş ve şehrin tam göbeğinde Atatürk Müzesi vardı, fakat biz çok kısa bir zamanda ve sürü halinde olduğumuz için sadece dışarıdan fotoğraflayabildim. Makedon arkadaşlardan öğrendiğime göre, Atatürk’ün burada büyük aşkı Eleni de yaşarmış ve müzede çok sayıda aşk mektubu muhafaza ediliyormuş. Sonra bize ünlü uzun Bitola caddesinden geçirip, Büyük İskender heykelini gösterdiler. Oranın hemen aşağısında ise Makedonya’nın 2002 yılında geçirdiği Arnavut Makedonlar ile Makedonlar arasındaki iç savaşın anıtı yer alıyordu. Işık huzmelerinden güzel bir kare yakalayabildim. Buradan sonra son durağımız ülke sunumlarının gerçekleştirildiği büyük bir restorana geçtik. Ülkemizi gururla sunduk, çeşitli yemeklerden yedik, hatta orda çalışan bir garson Türkmüş. Onunla da ayaküstü bir sohbet ettik.

Atatürk Müzesi

Türk Dizisi Hayranı Sandra ve İskender Heykeli

İç Savaş Anıtı
Son durağımız iki gün kalacağımız Üsküp şehri idi. Fakat Üsküp’e varmadan önce bizi öyle bir doğa harikasına götürdüler ki aklımda kalan tek güzel yer burasıydı. Kanyon Matka’yı ziyaret ettik. Burası 1-2 kilometre kadar kayalıkların yanından yürüdükten sonra, saklı bir cennet gibi bir manzaraya rastlayacağınız ve yolun en sonunda dağların arasında güzel bir restoran ile otelin bulunduğu bir yeşillik cümbüşü. Kano yapanlar, tekne turuna çıkanlar da var… Restoranın içi de bir farklı tasarlanmış. Yukarıda dizilmiş tütünlerle, yanlarda ise bütün duvar silme şarap şişeleriyle dolu… gerçekten görülesi bir yerdi, manzara muhteşemdi. Makedonya’dan aklımda sadece Ohrid, bot turu ve burası kaldı… 

Kanyon

Matka Kanyonu Araçsız Yürüyüş Yolu




Muhteşem Matka Kanyonu

Burada biraz zaman geçirip, bol bol fotoğraf çekip, kahvemizi de içtikten sonra Üsküp’e vardık ve Otel Kontinental’e yerleştik. Otel oldukça eski ve kötü durumdaydı. Daha doğrusu sanırım organizasyon ucuza gelsin diye, restore edilmemiş en üst kat bize ayrılmıştı… Ama resepsiyon da, yemek salonu da bildiğiniz eski ve rutubetli kokuyordu ve mobilyaları da anneanne mobilyaları idi. Zaten otelde fazla zaman geçirmediğimiz için çok da önemli değildi benim için. Kendimizi Üsküp sokaklarına attık tabiî ki… Üsküp başkent olmasında mutevellit çok sayıda devlet binasının bulunduğu, baştan yaratılmış bir şehir. Ülke hüzünlü tarihini unutmak için şehri adeta sıfırdan yaratmış ve haliyle tarihi eserler pek yok. Sadece Taşköprü eski bir yapı olarak gözünüze çarpıyor, şehri hareketlendirmek için birkaç yere ilginç heykeller konmuş. Bir de nehrin üzerinden geçen iki köprü inşa edilmiş ve bu köprüler ışıklandırılıp Makedon tarihi ünlü kişilerinin heykelleriyle süslenmiş. Bir de şehrin tam göbeğinde Büyük İskender’in adına ve şanına yakışır derecede muazzam büyüklükte bir heykeli var. Şehrin arka sokakları Arnavut ve Türk sokakları ve eğlence yerlerinin merkezi… Buralarda da felekten bir gece çalınabilir. 

Üsküp Meydanı


Gerçekten Bakıyor Gibi!!

Otel Kontinental Odamdan Üsküp

2012'de Yapılan Köprülerden Biri

Büyük İskender Heykeli

Üsküp Taşköprü

Son gecemizde katılım sertifikalarımızı almak ve Makedonya Dışişleri Bakanlığı’nın resepsiyonuna katılmak üzere bakanlıktaydık. Burada büyük bir gururla dışişleri bakanından sertifikalarımızı alıp, binanın çatısında Üsküp manzarası eşliğinde üst sınıf bir resepsiyona da katıldık.

Dışişleri Bakanlığı Çatısından Üsküp

Sertifikam !!
Çok mu fazla gezi deneyimlerimden bahsettim acaba? Çünkü bu seyahatin bir de dopdolu bir eğitim programı vardı. Makedonya eski kadın Başbakanı, İngiliz ve Amerikan Büyükelçileri ile Makedonya Ulusal Kanalı Ana Haber spikerinin liderlik üzerine verdikleri konferanslar ve oturumlar ile bu kişilerle karşılıklı sohbetler… Oxford, Harvard ve Georgetown Üniversiteleri’nden gelen başarılı profesörlerin eğitimleri ve simülasyonlarının mükemmelliği de bana kalan paha biçilemez deneyimlerdi. Kısacası dolu dolu bir Makedonya idi benim için….