28 Ekim 2013 Pazartesi

Orta Avrupa Turu II- Budapeşte

Bratislava’dan Budapeşte’ye geçişimiz otobüsümüzü kaçırmadığımız için pek de zor olmadı aslında. Eee sütten ağzı yanan muhabbeti... Biletlerimizi www.eurolines.com’dan almıştık. Zamanında otobüsümüze atladık. Budapeşte’ye vardığımızda öğleden sonra civarıydı. Yol gerçekten güzeldi, dümdüz ovaların arasından geçtik, hava bulutlu ve güneşliydi. Otobüs seyahatinde hiç bozulmayan ritüelim olan uyumayı da tamamladım ve biraz enerji topladım. Otogara indiğimizde tabiî ki ufak bir teknik detay olarak, eurolarımızı forinte çevirdik. Ama tavsiyem otogar havaalanı gibi yerlerde çok yüklü miktarda parayı çevirmeyin. Genelde komisyon oranı yüksek ve dönüştürme değeri düşük oluyor. Biz sadece günlük biletlerimizi alabilecek kadar çevirdik haliyle.
Macar Forinti ile tanışmamız

Otogardan şehir merkezine metro hattıyla kolaylıkla gidebiliyorsunuz. Fakat metroya bindiğimde hayal kırıklığına uğradım gibi biraz. Tren öyle bir gürültü çıkarıyor ve sarsılıyor ki; ortadan ikiye bölünecekmiş gibi korkulu gözlerle baktım yol boyunca. Sanırım tüm trende bir tek ben böyle dehşete kapılmış gibi bakıyordum :). Fakat sonra öğrendik ki meğer bu metro İngiltere ve İstanbul tünel’den sonra yapılan üçüncü en eski Avrupa metrosuymuş. Bir de metrodayken insanları inceleme fırsatınız daha çok oluyor. Ben nedense Macarları, genç, çıtır, sarışın ve renkli gözlü ve uzun boylu hayal etmişim. Genelde yaşlı koyu saçlı, uzun olmayan ve Doğu Avrupa stilinde giyinenleri görünce biraz şaşırdım. Şu anda utandım yazdığımdan, neden etiketledim ki beynimde bu canımmm ulusun canım insanlarını?
Apartmanımız

Neyse kısa bir yolculuktan sonra Feherhajo Utca’daki apartmanımıza varmıştık. Kaldığımız yer oldukça merkezi ve zengin bir semtti, Ankara’daki Tunalı Hilmi gibi bir yerdi ve bol bol alışveriş mağazaları bulunuyordu. Apartman hakkında da bilgi vereyim. Bence gittiğinizde eğer uzun kalacaksanız kesinlikle kiralamanız gereken yerlerden günlüğü 30 euro civarında, emlak şirketleri tarafından eski ve merkezi apartmanlar günlük olarak turistlere tahsis edilmiş. Tek sorun, yer apartman olunca resepsiyon yok ve ne yazık ki apartmana ulaştığınızda sizi karşılamıyorlar. Bu yüzden bir 10-15 dakika kadar bekleyip anahtarı alabiliyorsunuz. Fakat apartmana girdiğinizde buna değdiğini anlıyorsunuz. Çünkü apartman IKEA mobilyalarla donatılmış ve mikro dalga fırınından buzdolabından, çamaşır makinesine, tost makinesinden, su ısıtıcısı ve tabak, çatal-bıçak ve tava tenceresine kadar her şey bulunuyor. Yani uzun kalmak isterseniz çok ideal…

Eşyalarımızı bıraktıktan sonra fazla zaman kaybetmeden gün ışığından faydalanalım istedik.  2 numaralı tramvaya binerseniz sahil şeridi boyunca kısa ama genel bir tarihi yerler turu atabiliyorsunuz. Dinlenmek için de uygun oluyor. Biz de koltuklarımıza yerleşip nereden başlamalıyız kısmını burada baka baka karar verdik.

İlk olarak tabiî ki Budapeşte Kapalıçarşısı… Rengarenk ilginç bir çatısı olan ve Peşte tarafında bulunan bu yeri bulmanız çok da zor olmaz diye düşünüyorum. Fakat ben içini pek sevmedim. Hediyelik eşya alabilirsiniz, bu açıdan çok iyi. Özellikle Macarların vazgeçilmezi kırmızıbiberin her türlü süslü paketlisini burada bulabilirsiniz. Fakat şöyle atıştırmalık harika lezzetlerin bulunduğu bir yer değil. Ben gezerken bişiler yiyip enerji almayı seviyorum. Burada pek öyle bir şey yoktu ne yazık ki…
Gellert Tepesi Özgürlük Anıtı
Sonra ilk iş olarak, Gellert Tepesine gittik. Buraya çıkmak biraz zahmetli çünkü çıkmak için hiçbir ulaşım aracı yok, bu yüzden tabana kuvvet çıkıyorsunuz. Gellert tepesi Buda tarafında ve Özgürlük Anıtı’nın bulunduğu bir yer. Özgürlük anıtı bir genç kadının defne dalı tuttuğu ve iki yanında savaşçı güçlü kuvvetli savaşçıların bulunduğu bir yer.  




Çıkış için ormanlık bir alandan ağaçların arasından geçiyorsunuz ve biz gittiğimizde sonbahar olması ve gün
batımına denk gelmesi nedeniyle çok güzel şehir manzaraları ve ışık oyunlarını yakalama imkanını edindik. Bence buraya tama gün batımında gitmek mantıklı çünkü şehrin ışıklandırmaları da kısa bir süre sonra açılıyor ve köprülerin ışıkları güzel bir manzara sunuyor.
Gellert’i dolaştıktan sonra zincirli köprü üzerinden güzel hediyelik eşya dükkanlarının olduğu bir caddeye çıktık ama ne yazık ki bu caddenin adını bilmiyorum :(. Buradan ne yesek ne yesek diye dolaşırken ben uzak doğu yemeklerinin koyu bir hayranı olduğum için “Tao” adında bir restorana oturduk ve tabiî ki ben mest oldum yerken, bir de cherry cola Türkiye’de satılmadığı için uzun süredir tadamadığım bir lezzetti. Tabi bu fırsatı da kaçırmadım.
Tekne turundan parlamento binası
Yemeğimizi de yedikten sonra buraya gelen arkadaşların tavsiyesine uyup akşam Tuna Nehri boyunca tekne gezisine katılmayı planladık. Oraya gittiğimizde şunu fark ettik ki siz siz olun sabahtan, akşam tekne turu için biletinizi alın. Çünkü biletler hemen tükeniyor. Ve Budapeşte’de turla gelen o kadar çok Türk var ki bunu bu tekne turunun bulunduğu yerde fark ediyorsunuz. Akşam olup da o kadar dolaşınca, inanılmaz derecede yorulduğum için ve tekne turuna bilet
bulamadığımız için benim zaten yüzüm düşmüştü. Bir şekilde tekne turu ayarladık. Tekne turu 1 saate yakın sürdü ve sırasıyla kıyıda bulunan bütün tarihi yerler ve şehrin simgeleri hakkında İngilizce bilgi verildi.  Berlin, Hamburg, Lahey, Amsterdam ve İstanbul’da tekne turlarına katılmıştım… Bence İstanbul’dan sonra, Budapeşte’deki tekne turu ikinci sırada… Çünkü adamların anlatabilecekleri güzel bir tarihleri ve şehir simgeleri var… özellikle akşam olanın tavsiye ederim yani… Bu arada tam tekne turları için uygun yeri ararken, II. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybedenlerin anısına yapılan çok basit fakat çok anlamlı bir anıta rastladık. Tuna Nehri kenarındaki demir ayakkabılar…
İsotumm bana fıstık atarken :)





Akşamyorgunluğunu ilginç bir yerde attık “For Sale Pub” diye Peşte tarafında bir mekan… Burayı açan adamlar kesin Türkiye’den esinlenmiş… Bizim yer fıstığı barımız var ya hani istediğin kadar yer fıstığı yiyip yerlere atıyorsun aynı concept… Bir de her gelenin not yazıp duvarlara asmalarına izin veriyorlar… Bunu da bir yerde görmüştüm fakat şimdi hatırlamıyorum. O kadar kalabalık bir yer ki ve o kadar ucuza concept bir mekan yapmışlar ve ilgi çekici olmuş ki!! Bir de mekan “memleketlim” kaynıyor! Orada da yöresel bütün “ayranları” listenin başından başlayarak denedik :)…  İlk günümüz böyle sona erdi.

Sabah kalktığımızda sıcak suyumuz yoktu ve bütün gece kaloriferler yanmamıştı. Emlak şirketindeki bayana ulaşamadık… haliyle ben bir yan komşuya bakıp durumu öğreneyim dedim.. Meğer yan komşu gerçekten komşumuzmuş.. Yunan iki bayan :). Benim Türk olduğumu öğrenince hemen aman “Türk dizileri”, aman da “Sultan Süleyman” abla başladı :). Sonra Yunanca, Macarca ve Türkçe’nin ortak kelimelerinden ortaya bir karışık yaptı :D. Biz suyun gelmesini 1 saat kadar bekledik. Bir gün önce de tekne turu için baya bir ter dökmüştük. Yani kısacası Budapeşte’de talihsizlikler bizi bırakmayacaktı. Sonrasında free walking turu kaçıracaktık. En son ayrılırken de son sürprizini yapacaktı Budapeşte bize. Ama bunu ballandıra ballandıra en sonda anlatmayı tercih ediyorum. Çünkü çok önemli tavsiyelerim olacak sizlere.
İkinci gün Buda Kalesi’ne çıkmaya karar verdik. Kaleye füniküler ile çıkmayı deneyebilirsiniz. Biz de öyle yaptık ama sonradan fark ettik ki bu hem çok daha pahalı bir ulaşım şekli hem de kale çok yüksekte değil. Bu yüzden siz bizim düştüğümüz hataya düşmeyin… Yukarıya 10 veya 10A otobüsü ile çıkın ve inerken de yürüyerek inin. Kale yüne büyük, ihtişamlı ve manzaralı bir yer… Fakat yine siz siz olun bizim yaptığımız gibi yukarıda salaş bir yere oturup
atıştırmalık ile “ayran” içmeyi denemeyin, çok iğrenç yiyeceklere gereğinden fazla paralar vermeyin! Kalenin biraz ilerisinde kapalı hediyelik eşya yerleri bulunuyor, eğer dantel el işi vs. meraklısı iseniz burası tam size göre…
Biz buradan “Free Walking Tour”a katılmayı planlıyorduk, fakat işlerimiz istediğimiz gibi tıkır tıkır ilerlemeyince, koşturduk koşturduk koşturduk…… Ancaaaakkkk turu yakalayamadık…. Bir gün öncesinde teknede yaşadığımız, sonra kaloriferin yanmaması ve sıcak su problemi derken talihsizlikler pür neşe peşimizdeydi … Ben artık “isyaaaağğğnnn” modundaydım. Bu kadar hayran kaldığım ve geziyi bitirince en güzel olduğuna karar verdiğim Budapeşte, aynı zamanda olumsuzlukların ard arda sıralandığı bir yer oluvermişti.
Margaret Adası bisiklet turu
Hazır bir güzel de turu kaçırdık madem dedik, hade o zaman Margaret Adası’na gidelim. Margaret adası küçük yeşillikli bir alan ve Tuna Nehri üzerinde. Adada bişiler içip kötü enerjinin gitmesini bekleyip, küçük sevimli yarış arabalarına benzeyen çift pedalı olan araçlarla şöyle bir adayı turladık. Bu ada her yıl Ağustos ayında bütün dünyadan binlerce gencin katılımıyla Avrupa’nın en büyük festivali olan Sziget Festivaline ev sahipliği yapıyor. Çok ünlü gruplar, bir
sürü irili ufaklı sahne ile çok sayıda genç çadırını kurup 5 gün burada tabiri caizse “eğlencenin dibine vuruyorlar”.  Ben bu festivalin varlığından 2004 yılında haberdar oldum ve bir gün mutlaka gidicem!! Adada gezerken vay be burada şöyle güzel festival böyle güzel konserler olur demeden edemedim :)… Tabi hiç bi festival ODTÜ’mün bahar şenliklerinin yerini tutmaz ama neyse :P.
Balıkçılar Burcu
Margaret Adası’ndan Buda tarafındaki Balıkçılar Burcu ve Mathias Kilisesi’ne geçtik ve bilerek yine gün batımına yakın bir zamanı bekledik oraya gitmek için. Balıkçılar Burcu ve Mathias Kilisesi çok değişik bir mimarisi olan ve sanki benim için masallardaki şatolara benzeyen bir yer. Balıkçılar Burcu Macaristanın Macaristan olmasına katkıda bulunan 7 kabileyi temsilen 7 burçtan oluşuyormuş efendim.. 

Arkasında da bir Hilton var ki, böyle bir yerin bu
kadar dibinde hatta içinde bile sayılır, nassııl olur da böyle büyük bir otele izin verilir diye düşünüyor insan.. En azından bir tuhaf karşılıyorsunuz yaa, böyle tarihi bir yerde gezerken bir bakıyorsunuz karşınızda valeler duruyor!
Budapeşte’de aklımda kalan ne oldu diye sorarsanız bence gece şehrin simgelerinin ışıklandırmaları!!!!  Çok mistik, masalsı ve hoş bir hava veriyor bu şehre. Bu şehir bana Balıkçılar Burcu’nun mimarisi ve gece köprü ve şehir simgelerinin ışıklandırmaları nedeniyle masalsı bir şehir gibi geldi. Keşke gezimiz yıllardan beri gitmeyi istediğim Margaret Adası’nda gerçekleşen Sziget Festivali zamanına denk gelseydi, daha bir başka olurdu.
Bir de kesinlikle ve kesinlikle Avrupa’da Türk izlerini bulabileceğiniz ve bundan biraz da olsa mutlu olabileceğiniz bir yer. Hatta bazen benzer Türk Macar kelimelerle karşılaşınca sizi gülümsetebilecek bir şehir. Ben burayı görmek için niye bu kadar beklemişim acaba? Kesinlikle kısa bir eğitim
programı veya başka bir nedenle daha uzun kalmayı planlıyorum…



Son olarak Budapeşte’deki en son talihsizlikten bahsedeyim sayın okurlarım. Siz siz olun aman Avrupa’nın herhangi bir şehrinde şehirlerarası ulaşım için Orangeways’i kullanmayın. Tekrar ediyorum, aman ucuz oh ne iyi ne kadar kötü olabilir ki gibi ikilemlere düşüp de www.orangeways.com’dan sakın ama sakın bilet almayın. Bizim Budapeşte’den Prag’a biletimiz neredeyse piyasanın yarı fiyatınaydı ve biz aslında orda bir işkirlenmiştik! Son gün otogara valizlerimizi bırakalım dedik. Otogar emaneti 22:00 da kapanıyor! Otogarın kendisi de saat 23:00’da kapanıyor. Ne sandınız benim cağğnımm otogarlarım sabbahha kadar açık her an her şeyi bulabileceğiniz otogarlardan değil burası.  Bizim otobüsümüz saat 23’te otogarın karşısındaki normal bir otobüs durağının önünden kalkacaktı. Biz de bir yarım saat öncesinden oradaydık. Sonra 1 saat geçti gelen giden yok! Birkaç turist otobüsün rötar yaptığını mail ile aldıklarını söylediler ve 1,5 saat gecikeceğini belirttiler. Eh durum böyle olunca herkes gibi büz de kaderimize boyun eğdik. 1,5 saat geçti, 2 geçti, 3 geçti ve 4 saat sonra aracımız geldi. Bu sırada hava buz gibi soğuk, kalacak ve sığınacak yerimiz yok, öyle etrafta cafe filan da yok olsa da o saatte açık olmaz zaten de, tuvalete gidecek yerimiz yok!!! Öyle caddenin kenarında saatlerce bekletildik…  Bu arada yolcuların yarısından fazlasının da Türk olduğunu fark ettik, bütün Türkler çakal ya, ucuza bilet bulduk ne kadar kötü olabilir ki karrdeşimm!! 2,5 saat sonra artık insanlar devrimci kimliklerini ortaya çıkardılar.. En azından otogarın karşı çaprazında ve bizim bulunduğumuz yerin karşısında bulunan orangeways ofisinde birisinin olacağına pek ihtimal vermeseler de gidip bir kapıyı tıklattılar. Ve şansa bakın içerde yetkililer varmış!! (Biz dışarıda donarken onlar pencereden bakıp kıs kıs gülüyor da olabilirler diye düşünüyorum.) biz 10 metrekare ofiste 30 kişi üst üste biraz uyuduk, çoğunlukla kavga ettik ve en sonunda otobüs geldi. Sonra otobüs şoförü amcamlar İngilizce bilmediği için bizlere “toilet error error error” dediler :). Her 2 saatte bir durarak öğlene doğru ancak Prag’a inebildik. Yani şanssızlık, rezillik diz boyuydu. Kısacası efendim, orangeways out, eurolines ve studentagency in… kara taşımacılığında ve şehirlerarası otobüs hizmetlerinde Avrupa out, benim memleketim on numara beş yıldız :D….

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder