Çok uzun süreden beri heveslendiğim fakat bir türlü fırsatını bulup da
gidemediğim Orta Avrupa ve özellikle Budapeşte’yi görmek bu seneye nasipmiş,
meğer…Kurban bayramı tatilini değerlendirmek için Orta Avrupa turunu
seçtik. 5 ay öncesinden aldığımız indirimli biletlerle oldukça uygun fiyata
geldi uçak biletleri. Fakat yine de vize ücretleri ve onun için ayrılan zaman ucuz
biletlerin faydasını yok etti gibi bir şey oldu. Siz siz olun ya yeşil
pasaportunuz olsun, ya da vize isteyen ülkeleri protesto edip gitmeyin! Uzun ve
zahmetli bir iş. Vizemizi Ankara’dan aldık ve belgeleri toplamak için yaklaşık
10 gün uğraştık.
Gitmeden önce valiz hazırlarken
tavsiyelerim: çok fazla eşya almayın, muhtemelen çok dolaşacaksınız o yüzden
çok ama çok rahat ayakkabılar alın, bloglara, forumlara göz atın. Son olarak,
bütçeniz kısıtlıysa size en önemli önerim, Avrupa’nın bir çok büyük kentinde
bulunan FREE WALKING TOUR’u araştırın. Bu yeni akım amatör ruhla çalışan fakat
profesyonel rehberlik yapan öğrenci ve gençlerin oluşturduğu bahşiş esasına
dayanan bir rehberlik hizmeti… gittiğiniz ilk gün bu turlara katılırsanız,
şehir ve gidilecek yerler hakkında bir fikre sahip oluyorsunuz, hem de sadece
bir bahşiş fiyatına… bu konuya bilahare tekrar dönücem.
Antalya’dan uçağımız sorunsuz
zamanında kalktı. Viyana’ya uçtuk. Havaalanından günlük aldığımız ulaşım
biletleriyle (daha uygun tavsiye ederim) otelimize U-Bahn ile ulaştık.
Otelimize yakın Tuna Nehri |
Kaldığımız
otel iyi bir konumda idi ve şehir merkezine yakındı. Otelin adını da vereyim
efendim. Meininger Hotel Franz. Tabiî ki kendi ülkemize has otel işletmeciliği
ve hizmet mükemmelliğini orda beklemeyin. Avrupalılara kıyasla ülkemde tek
geçtiğim sektör turizm hizmeti sektörü, göğsümü gere gere 10 numara 5 yıldız
diyebilirim. Oradaki konaklama imkanları ve hizmet olanaklarının kat kat
üstünde bir hizmet anlayışımız var. Neyse.. Otelde tek sorun çok da insan
canlısı olmayan resepsiyon ve en önemlisi internetin odalarda sorunlu olması. Bir
de her şeyin ekstra ücretli olması. Kahvaltı fiyatlara dahil değil, bir de
verdikleri kahvaltı iyi olsa canım yanmayacak. Maalesef ülkemizdeki gibi dört dörtlük
bir kahvaltı anlayışı yok zaten. Bir de saat 3’te check in sabah 11 de check
out olur mu kardeşim! Eğer sabah daha fazla kalmak istiyorsanız,bir ekstra
ücret daha ödüyorsunuz! Fakat otel Tuna nehri kıyısında yeşillik bir alana
yakındı. Erken geldiğimiz için valizlerimizi bırakıp attık kendimizi yollara….
Al Yazmalım şarkısını söyleyen genç Türk sokak sanatçıları :) |
Ben Avrupa’da saraylar, müzeler,
meydanlardan çok, açık pazarlar, uygun, istisnai lezzet yerleri, açık hava
festivalleri, sokak performansları ve grafittilerle mest olan birisiyim. Belli bir
yerden sonra artık tarihi eserleri ve sayısız yapıları görmek can sıkıyor. Tabi
zamanında bunları da yaptım, (belki de o yüzden sıkıldım) ve mazur görün ama bir
yerden sonra Avrupa’nın bir çok sarayı ve meydanı birbirinin aynısıymış gibi
geliyor. Bu benim nacizane düşüncem ve sanırım ben modern sanat temalarını daha
bir zevkle ve doyumla seyrediyorum.
Durum böyle olunca Viyana’nın
cumartesi günü açık olan Pazar yerine gittik. Naschmarkt… çok iyi bulduğumu
söyleyemem daha iyi yerler de gördüm yani, genelde Türk ve göçmen hakimiyetine
geçmiş kuruyemiş ve baharat dükkanları bulunuyor. Belki de bu yüzden pek çekici
gelmedi. Ama bir kafede (schoko company) içtiğimiz kahve ve bademli kurabiye
güzeldi, sonra falafel iyiydi… Pizza dilimleri de güzeldi. Naschmarkt’ın hemen
bitiminde bir de Flohmarkt vardı. Burası da herkesin gelip tezgah açıp antika
ve eski eşyaları sattıkları bir yer… Ben buralarda dolaşmaya bayılıyorum işte!
Schönbrunn Sarayı |
Naschmarkt’ı dolaştıktan sonra
Schönbrunn Sarayı’na gittik. İnanılmaz büyük ve manzaralı bir tepede yer alan
çok bakımlı bir bahçesinin bulunduğu nadide bir saray burası. Çok iyi peyzaj
işçiliği ile şekillendirilmiş bitkiler, heykeller yer alıyor. Saraya gittiğimizde
akşam saatleriydi. Ve biraz yağmur yağıp, gökkuşağı çıkmıştı. Gökkuşağı ile
taçlanan saray çok daha büyüleyici göründü gözümüze… son saatlere kadar bekleyip
ışıklandırmalarla daha güzel fotoğraflar çekebildik. Zaten dediğim gibi burada 3-4
saatiniz rahat geçer ki biz sarayın içini dolaşmaya yetişemedik. Bir de oraya
girerseniz tam gününüzü ayırsanız iyi olur.
Akşam yemeğimizi benim bayıla bayıla ağzım
sulanarak gittiğim ve çok ama çok özlediğim Nordsee’de şehir merkezinde yedik. Şiddetle
öneririm, uygun fiyat lezzetli deniz ürünü yemekleri…
Belvedere Sarayı |
İkinci gün şöyle bir şehir
merkezini, belediye, parlamento, kilise, meydan, İspanyol at okulunu şöyle bir
turlayıp, sonrasında Belvedere Sarayı’na gittik. Güzel hoş bir yer de fakat
dediğim gibi artık bana pek tat vermiyor.
Sarayda çok fazla zaman
harcamadan, Hundertwasserhaus’a gittik. Efendim burası ünlü Avusturyalı mimar
Hundertwasser tarafından yapılmış renkli, asimetrik, eğlenceli bir apartman
aslında ve sokak arasında bir yerde. Barselona’da gördüğüm Gaudi tarzına çok
yakın… Gezmekten en çok zevk aldığım yer burası sanırım. Sanat ve mimarinin
sınırının hayal gücü olduğunu ve daha özgür düşünerek farklı eserlerin de
mümkün olduğunu hatırlatıyor. Apartmanda hala yaşayanlar var ve bir bölümü müze
haline getirilmiş. Tam karşısında ise aynı tarzdan bir pasaj yapılmış, içinde
hediyelik eşyalar satılıyor ve hoş bir kafe var. Biraz bulması zor bir yer olsa
da bence görülesi bir yer.
Akşama doğru otelimize çok yakın Tuna
nehri kıyısında insanların güneşlenip, dinlendiği salaş bir kafeye oturduk. Bu
da en sevdiğim ikinci mekan oldu. Bence kesinlikle gidin, benim hoşuma gitti. İçeceklerinizi
şezlonglarda yudumlayıp, yayıla yayıla Tuna’yı manzarayı seyrediyorsunuz. Tabi bu
arada köpek ve spor aşığı Avrupalılar önünüzden geçiyor. Bir anneyi hem çocuk
arabasını itip hem de koşu yaparken gördüğümde benim için olay bitmiştir. Spora
zaman yaratamamak ve yük olarak görmek, çocuğunuz olunca bütün size özel
şeylerden kendinizi soyutlamak gibi marazlı bir düşünce yok bu insanlarda! Ne kadar
güzel, imrenilesi …
Zaten akşam saat 19:30’da
otobüsümüz Budapeşte’ye kalkacağı için otele dönmeye karar verdik. Ama İsot
çook rahat olduğu için valizleri aldığımızda saat 18:55 idi. U-bahn da geç
geldi mi? Taksi anlayışı da çok gelişmediği için eli mahkum bekliyoruz ama
inanılmaz bir tedirginlikle! Hele ben, işlerini hiçbir zaman son dakikaya
bırakmayan, planlı programlı olan biri için çok daha kötü!! Şehirlerarası terminale
2 farklı U-Bahn ile ulaşabiliyoruz ve nerde olduğunu da tam olarak bilemiyoruz.
Trenden inince deli gibi koşturduk. Fakat o anda o kadar aksilikler üst üste
geldi ki anlatamam, sanki bütün evren Budapeşte otobüsümüzü kaçırmamız için
bize karşı taarruza geçti.
Burda bir parantez açmam daha
gerekecek. Ülkemin cağnımmm şehirlerarası otobüs taşımacılığını gözlerinden
öpeyim yani… bu kadar fazla kara taşımacılığı, konfor, hizmet anlayışı,
çeşitlilik ve hatta geç geldiğinizde sizi telefonla arayıp durumu öğrenen ona
göre biraz kalkışı geciktiren, geldiğinizde valizinizi alıp bagaja yerleştiren
bir üstün hizmet sektörü daha!!!.. ister inanın ister inanmayın, Avrupa’da
şehirlerarası otobüsleri kullanırsanız biz uzay çağında yaşıyormuşuz dersiniz.
Neden bunları söylüyorum çünküüüü
biz terminale girerken bizim otobüs terminal kapısından çıkıyormuş meğer… bizi
almadan…nerde bunlar diye sormadan :). Arkasından baktıııkk kaldıkkk öyle…
sonra İsot ‘bir ihtimal daha var’ şarkısı aklına gelip koştu taksi şoförlerine.
“Biz arabayı 1 dakika farkla kaçırdık, havaalanında durur mu? Bizi oraya
götürebilir misiniz” diye Afrikalı göçmen bir taksiciye sordu. Yok adam inat
ediyor, “bunun nerelerde durduğunu bilmiyoruz. Yakalayamazsınız şöyle de böyle
de.” Size yemin ederim ahhh orada bir Türk şoför olacaktı, adam
yakalayamayacağını bilse bile bizi arka koltuğa atlatırdı, sürerdi otobüsün
arkasından, ta ki duruncaya dek, bir de güzel parasını alırdı :). Vallahı bu
adamlarda ticaret, girişimcilik ruhu yok, çok öğrenecekleri şeyler var
çoookkkk!!! :).
Hal böyle olunca, biz terminalde
bir mevcut durum analizi yapmak zorunda kaldık!! Ben artık bu şehirde bir
dakika bile durmak istemiyordum. İsot deseniz ne zaman benim ıncık cıncık her
şeyi planladığım programdan saparız da maceraya atılırız diye heyecanlı
bakınıyor :) … napalım napalım derken 1 saat sonra Bratislava’ya bilet olduğunu
öğrendik.
Ufo Bratislava'nın simgesi |
Aldık biletlerimizi, otobüste otellere baktık, ucuz bir otel gözümüze
kestirdik. Bratislava’da otogarda indiğimizde benim gözümde tek bir şey
canlandı. O da bir korku filmi olan Hostel filmi, o da bu ülkede geçiyordu
çünkü… insanlara filan olağan şüpheliler gözüyle bakıyorum. Bir de elimizde
valizlerimiz filan tıngır mıngır, tam hah yabancı turist diye parmakla
gösterebilecekleri şekildeyiz yani. İsot da tepedeki kaleyi ve kasvetli ortamı
görünce “tam Ortaçağ Avrupası Şehri burası, harika! çok güzel!, ne güzel oldu
da planımızdan saptık, maceradayız” diye mutlu mutlu dolaşıyor. İki tezat hallerdeyiz yani. Neyse otelimizi
bulduk, sonra bir yerel bara gittik, baştan sona bütün farklı içecekleri
denedik. Sonra çıkıp otele uyumaya gittik. Burada bira çok ama çok ucuz, her şey ucuz zaten… Bir de ilginçtir euro
kullanılıyor, ben bunu bilmiyordum mesela. Benim ayıbım kabul ediyorum :).
Bratislava Kalesi |
Sabah Budapeşte biletimizi erken
saate aldık, valizlerimizi emanete bıraktık. Ama emanetteki kadının affedersiniz
genelev işletir gibi bir hali ve görünümü vardı, bir de bize yüksek sesle
konuşunca biz dumur olduk… Valizleri bıraktıktan sonra şehri şöyle bir
turlamaya çalıştık hızlı hızlı. Çekebildiğimiz kadarıyla fotoğraf çektik. İstiklal
gibi bir caddesi var oralarda dolandık. Sonra tam zamanında otobüsümüze bindik…
İstikamet Budapeşte…
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder