31 Ekim 2013 Perşembe

Orta Avrupa Turu IV-Berlin


Berlin!!... 2007 yılında hayatımın en güzel 7 aylık Erasmus dönemini geçirdiğim masal şehri… Berlin benim için bütün renklerin harmanlanması, çok sesli muazzam  müzik gibi bir şey… Her şeyin tarihin, sanatın, doğanın, modanın, teknolojinin, alternatif hayatın, çok kültürlülüğün mükemmel uyumunu taşıyan, insana özgür olduğunu her dakika hissettiren, genç dinamik bir yer… Geçmişte komünizmi kapitalizmi, doğuyu batıyı, her cinsten ve her tercihten insanı kucaklayan tam bir kozmopolit şehir… Almanya’nın Paderborn şehrinde de 4 ay staj yapmama rağmen, Berlin Almanya’dan çok farklı bir yer…

Pragdan otobüsümüz saat 5 civarında kalktı. Son dakikada Louvre Cafe’de sıcak çikolatamızı içip otobüse atladık. Akşam geç saatlerde Berlin'de idik. Otogardan Spittelmarkt’ta yer alan Best Western Hotel’e gitmek için U-Bahn’a indik, biletlerimizi aldık. Opera durağında bir kalabalıkla karşılaştık. Meğer opera çıkışıymış ve iyi giyimli teyzeler amcalar ile bir grup liseli öğrenci metroya akın edince, biz bavulları bir oraya bir buraya sığdırmaya çalıştık. Spittelmarkt’ta inip otele vardık. Otel geniş bir alana yayılmış, sakin bir sokakta yer alıyordu. Yalnız ulaşım bakımından yanından U-Bahn geçmesi nedeniyle iyi bir konumdaydı. Akşam geç olduğu için eşyalarımızı bırakıp şöyle bir civarı turlayalım dedik. Bir de inanılmaz bir rüzgar ile hafif yağmur vardı. Haliyle pek tat vermedi. Alexanderplatz yürüme mesafesinde olduğu için oraya gittik. Fakat burası gece hayatı için uygun bir yer değilmiş. Aslında açık kafeler vardı ama etraf çok sakindi, havadan olsa gerek diye düşündük.

Alexanderplatz’a ilk geldiğimde beni bir heyecan sardı. Eee ne de olsa 6 yıl aradan sonra çok sevdiğim bir şehre gelmiştim…

Rehberimiz Rob ve Free Walking Tour
Sabah olduğunda, karşıdaki fırından tatlı kahvaltılarımızı aldık. Zaman kaybetmemek için yolda yedik ve ilk işimiz Free Tour’a katılmak oldu. Grupla buluşmak için Brandenburg Kapısı’nın arkasındaki Starbucks’ın önüne vardığımızda, 100’e yakın turist kafilesi de free tour için bekliyordu. Neyse kayıt biraz ısınma muhabbetleri derken bizi Rob adında serbest gazeteci olan bir İngiliz rehber aldı. İngiliz olduğunu öğrenince yandık hiçbişi anlayamıycam dedimse de, Rob itinalı ve yavaş yuvarlamadan konuşmaya özen gösteriyordu.
Rob’un çizeceği yolu az çok tahmin edebiliyordum. Fakat tarihle ilgili bu kadar güzel bir şekilde yaşananları aktaracağını ve bilmediğim şeylere değineceğini tahmin etmemiştim.
Brandenburg Kapısı'nda Eylemciler


İlk olarak neden bu şehirden bu kadar etkilendiğini ve İngiltere’de her şeyini bırakıp yerleşme kararını bize aktardı. Adama hak verdim. Çünkü yukarı Brandenburg Kapısı ve Otel Adlon’u burada hangi ünlülerin kaldığını anlattı.

Burdan Brandenburg’un hemen yanında olan Yahudi Anıtına geçtik. Yahudi Anıtı aslında soyut bir çalışma, sanatçının vermek istediği mesaj da anıtı gördüğünüzde içerisinde dolaştığınızda sizin ne hissettiğiniz… Rob burada Alman hükümetlerinin yaptığı en önemli şeyin geçmişteki hatalarını (!) unutturmamak olduğunu ve bu yüzden şehrin birçok yerinde bu gibi simgelerin bulunduğunu söyledi. Nitekim Alexanderplatz’daki açık sergi ve Checkpoint Charlie de aynı amaçla şehre dağılmış simgelerden bazıları…

Soykırım ile ilgili açık hava sergisi


Bir sonraki durağımız Hitler’in yer altı sığınağının bulunduğu rivayet edilen şimdi ise bir otopark olan yerdi. Burada Eva Braun ve Hitler aşkından, hastalıklı ruhlarından, nasıl yakalandıklarından ve sığınağı imha çalışmalarından bahsetti. Eva Braun Hitler’in son sevgilisi ve ruhsal olarak sürekli intihar girişiminde bulunan, Hitler’in köpeğine dahi işkenceler çektiren acayip birisi… 5 ay boyunca sığınakta beraber yaşayan psikopat bu çift, Sovyet ordusunun sığınağı kuşatmasının bariz olduğu son saatlarde evlenirler ve Hitler ile Eva Braun son saatlerini evli çift olarak yaşarlar. Sonra kimilerine göre köpekleri de dahil kendilerini zehirlerler, kimilerine göre ise Sovyet yetkililer tarafından yakılarak öldürülürler. Sığınağın imha edilmesi ise başka bir ilginç hikayedir. Rivayete göre kimileri sığınağı betonla doldurduklarını iddia ederken, kimileri de sığınağın etrafını bombalarla döşediklerini fakat patlama sonrasında dahi sığınağın havaya kalkıp tekrar hiç yapısı bozulmadan yerine oturduğunu ve böylece sığınağın aslında “bomb proof” olduğunu iddia ederler. Bu bölüm her ne kadar otoparkta anlatıldıysa da bence turun en ilginç bölümüydü.

Otoparktan sonra benim hatırladığım kadarıyla İngiliz, Fransız ve Alman Büyükelçiliklerinin (elçilikler bir minnet gösterisi olarak Brandenburg Kapısı’nın hemen arkasında yer alıyor ) arasından  Checkpoint Charlie’ye geçtik. Burada Berlin Duvarı’nın kalıntılarını, o döneme ait fotoğraf sergisi ve müzeyi, simgesel olarak yer alan kontrol noktası ve kum torbasından siperi görebilirsiniz.  Almanya’nın 1961-1989 yılları arasındaki Doğu-Batı bloğunu ayıran ünlü Berlin Duvarı’nın geçiş noktalarından en önemlisi bu kontrol noktası. Fakat Rob, günümüzde buranın turistleri çekmek amacıyla inanılmaz derecede ticarileştiğini ve bir sürü insanın Berlin duvarından parçalar diye iddia ettikleri taş parçalarını sattıklarını ve kanmamamız gerektiğini belirtti.




II. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle, Berlin Sovyetler, ABD, Fransa ve İngiltere arasında dörde bölünmüş. Batı ittifakı ABD, Fransa ve İngiltere’nin birleşiminden oluşmuş ve Batı Berlin’i oluşturmuş; Sovyetler tarafı da Doğu Berlin’i oluşturmuş. Fakat komunist ideallere dayanan ve katı bir rejimi arzulayan Doğu Almanya’dan Batı Almanya tarafına sürekli kaçışlar başlamış. Bunları engel olmayı amaçlayan hükümetin aklında belikli böyle bir fikir yokmuş. Nitekim duvarın örülmesinden önce, Batı muhabirine demeç veren Sovyet tarafı genel sekreteri kaçışları engellemek için “duvar inşa edecek değiliz herhalde” gibisinden bir söz söylemiş.  Buna engel olabilmek amacıyla Doğu Almanya sadece ve sadece bir gecede (12-13 Ağustos 1961) 46 km’lik tel yükselti ile bölünmüş. Sonrasında Berlin Duvarı örülmüş. Hatta öyle ki kaçışları engellemek için çok sayıda gözetleme kulesi, ışıklandırma kullanılmış. Hatta bu kaçışlarda öldürülen her kaçak başına bonus paralar verilmiş askerlere. Bir de kaçanları daha iyi seçebilmek için duvarın doğu tarafına bakan kısmı beyaza boyanmış, batıya bakan kısım ise grafitticilere kalmış..


Şehrin Heryerinde Görebileceğiniz Berlin'in Simgesi Ayı 'Knut'


Burada bir mola verip sonrasında Berlin’in Tunalı Hilmi Caddesi diyebileceğimiz çeşitli dükkanların, tasarım atölyelerinin olduğu oldukça zengin, gösterişli ve pahalı Friedrich Strasse’den aşağı doğru indik. Yolda yürürken Rob terk edilmiş bir binayı gösterip aslında bu yerlerin II. Dünya Savaşı öncesinde Yahudilere ait olduğunu, haliyle savaştan sonra sahipsiz kaldığını ve böyle çok sayıda binanın bulunduğunu dipnot olarak geçti.


Berlin'in bir diğer Simgesi Ampelmann


Buradan Humboldt Üniversitesi hukuk fakültesinin olduğu meydana yürüdük. Üniversitede çok sayıda ünlü bilim adamı (Einstein gibi)ve düşünürün ders verdiğini öğrendik.  Dünya tarihine baktığımızda Almanyasız bir bilim tarihinin düşünülemeyeceğini aktaran Rob, bu durumu Almanya’da eğitimin parasız olmasına bağladı ama ben bu düşünceye çok fazla katıldığımı söyleyemem. Bizde de eğitim paralı değil sonuçta… o kadar üniversitemiz var. Neyse bu konulara dalmayalım…

Humboldt Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin önünde bir yer altı kütüphanesi bulunuyordu. Adını şu anda hatırlamadığım anıtın aslında II. Dünya Savaşı sırasında yakılan sayısız Yahudi yazarın kitabının simgesi olduğunu belirtti rehberimiz. Bir de burada küçük bir dipnot daha geçti. Bütün tarihsel filmlerde Almanların kötü adam rolünü oynadığını, hatta bunun Rob’un arkadaşları tarafından bile kanıksandığını küçük bir anekdotla anlattı.

Turumuzun sonlarına yaklaşmıştık. Rob, son olarak Berlin Duvarı’nın yıkılışı arkasındaki traji-komik hikayeyi anlattı. Sovyet tarafı yani Doğu Almanya, 1989 yılında artık bu olayın insanlık dışı olduğunu ve parçalanan ailelerin birleşmesi gerektiğini ya da baskılar nedeniyle geçişlerin izin verilmesine kurul olarak karar verir. Fakat bu süreç kurulacak olan bir vize departmanı ile başvurular değerlendirilerek yapılacaktır. Yani bu kurum kurulmamıştır. Tatilde olduğu için kurul toplantısına katılmayan Doğu Almanya hükümetinin partisi olan SED’in genel sekreteri Günter Schabowski bir basın toplantısı verir. Fakat basın toplantısına girmeden önce kurula katılan biri tarafından kurul notları eline tutuşturulur. Oldukça serinkanlı başlayan toplantıda geçişler hakkında konuşmalar yapılır. Son olarak bir muhabir bu geçişlerin ne zaman başlayacağını sorar. Schabowski eline tutuşturulan notları karıştırır. Fakat kafası da karışmıştır. Sonra orda yazan bir notu cevap olarak verir. “Sanırım hemen şimdi” der. Ve bunun üzerine binlerce Doğu ve Batı Almanya’lı vatandaş Berlin Duvarı’nın kontrol noktalarına dayanır. Sonrası malum o ünlü Berlin Duvarı yıkılışı …

Bu son hikaye ile rehber turumuz bitmişti. Rob oldukça profresyonel bir şekilde bize çeşitli hikayelerle süslediği Berlin turunu adeta bir sahne performansı gibi sergilemişti. Eee haliyle bahşişi hak etmişti. Ben çok şehirde bu turlara katılmıştım ama en iyisi buydu diyebilirim.  

Alexanderplatz ve TV Kulesi
Tur grubundan ayrıldıktan sonra bizim için gün daha yeni başlıyordu. Zaten zamanımız kısıtlı olduğu için o gün nereleri nereleri dolaştık. İlk önce oralara yakın olduğu için tekrar Alexanderplatz’a gittik. Burada en önemli durağımız tabiî ki dolu mideyle çalışan bizler için Dunkın' Donuts idi efendim. Her yurtdışına çıktığımda çılgınlar gibi gidip çılgınlar gibi donut yediğim bir yer. Hatta Türkiye’deyken de oranın hayalini kuruyorum. Bu donutlar o kadar mı lezzetli olur, o kadar mı insana mutluluk verir? :). Buradan sayın yetkililere sesleniyorum Türkiye’de de açın Dunkın' Donuts…. Yazık bizeee …  Yine canım çekti bak, ağzım bile sulandı… :)


Dunkin ve Ben :)


Midelerimiz dolduktan sonra Alexanderplatz’da akşam çekemediğimiz fotoğrafları bol bol çektik… Poseidon çeşmesi önünde, TV kulesini kadraja alacak şekilde, Berlin Katedrali (Berliner Dom)’nin önünde bol bol fotolarımızı çektik.

Bu katedralin hemen yanı ise bol vakti olanlara ve müzeleri sevenlere göre bir yer. Burası müzeler adası olarak biliniyor ve burada Eski, Yeni, Bode ve Bergama Müzeleri bulunuyor. Ben önceden Bergama’ya gitmiştim. İçiniz acır efendim, bizim Anadolumuzdan alınıp da memleketimizden koparılan eserleri görünce… Ama “ülkemizi ve tarihi miraslarımızı daha çok sahip çıkmalıyız, ibretlik olsun” derseniz de gezin görün bence.

Lego Mağazası 
Buradan Tiergarten’a geçtik fakat burada fazla durmadık. Daha sonra oranın ikinci Tunalı Hilmi’si ve haliyle zengin caddesi olan,  birçok AVM ve pahalı dükkanların bulunduğu Kurfürstendamn’a geçtik. Meydanda sokak performansçılarını seyrettik. 60-70 yaşında amcam kaykay ile break dance’ı birleştirmiş şaşılası şeyler yapıyor… Hiç yakışıyor mu amcam sana, yaşına başına :). K’damn da ikinci noktamız Lego Mağazası Berlin’e gidince bence kesinlikle bu mağazaya uğrayın. Küçüklere olduğu kadar büyüklere de hitap ediyor. Hatta biz küçük yeğenimiz ve benim minik sevgilim :) Poyraz Ali’ye de bir hediye aldık buradan…


Zafer Sütunu

K’damn da işimiz bitmişti. Buradan otobüse binerek Zafer Sütunu’na vardık. Tepesinde Viktorya Heykeli’nin bulunduğu sütun Berlin’i panoramik olarak görebileceğiniz bir yer. Yalnız bunun için önce giriş ücretini ve yüzlerce merdiveni çıkmayı göze almalısınız :). Girişte öğrenci olduğunuzu belirtirseniz kinliğinizi sormuyorlar. En azından bizim için öyleydi. Bir de aman ben çıkamam demeyin. Biz bir çift gördük. Bebekleri daha 3-4 aylık sanırım çünkü kafasını kontrol edemiyor. Baba kanguruya almış bebesini anne de ufacık bir bebek çantası çıkmışlar merdiveni… En önemlisi seyahat etmişler yafff… Biz olsak o bebeyi sarar sarmalar, biz valiz eşyayı beraberimizde taşır, sonra da hareket edemez, seyahat etmekten bezerdik. Hatta olay oraya kadar bile varmaz, seyahat etmezdik olur biterdi. Zaten bu kadar eziyet çekiceksek gerek de yok:)…  

Yukarıdan Görünüm


Birazcık da tıklım tıkış yukarısı efendim. Yani dahi sakin saatlerde gitmenizi tavsiye ederim. Yoksa iki fotoğraf çekmek için bizim gibi çok çaba harcarsınız. Tepeye çıktığınızda, dairesel olarak dönüp her yeri görüyorsunuz. Özellikle parlamento, kapı ve önündeki parkı görebiliyorsunuz. Bir de yolların çok muazzam ve düz olduğu dikkatimi çekti…

Neyse manzaramızı seyredip ordan yol boyunca Parlamento’ya geldik. Fakat orada bizi bir sürpriz bekliyordu. Çünkü artık meclise turistik amaçlı girişleri randevu sistemine bağlamışlar, 6 yıl önce böyle değildi. Haliyle giremedik ama ordaki görevli öğrencilerden biri sabah erken saatte gelirsek aynı güne randevu alabileceğimizi belirtti. Bunu not edip, yolculuğa devam ettik.

Akşam olduğu için çok acıkmıştık. Eee biliyorsunuz benim ne kadar çok deniz ürünlerini sevdiğimi… Viyana’da da yediğimiz en sağlıklı fast food zinciri olan ve sadece deniz ürünleri satan Nordsee’yi orda da bulduk. Benim gözlerim döndü resmen, kendimi kaybettim… Soğuk sandviçlerini ve çorbasını şiddetle tavsiye ederim efendim, tadı hala damağımda…


Nordsee'de Yemeğimiz :)


Karnımız doyduktan sonra yine dolaşmaya devam ettik. Kısacası birinci gün bitmedi ne dolaşmışız bee… Berliner Dom’un önünden otobüse binelim de Sony Center a bir gidelim dedik demesine de … Bir baktık Berliner Dom da ışık gösterileri var herkes büyülenmiş şekilde bu şehir ışıklarına bakıyor. Meğer bizim gittiğimiz dönemde “city lights” temalı bir etkinlik bütün şehirde gösteriler yapıyormuş. Buldukları her büyük binaya müzikle beraber farklı ışıkları yansıtıp ilgi çekiyorlar. Güzeldi… Sony Center da Starbucks kahvelerimizi yudumlayıp biraz etrafa bakıp sonra yine kapının oraya gittik. Çünkü ışık gösterileri bizi de çekti.


Brandenburg Kapısı'nda City Lights Gösterisi


Oradan gece hayatının gerçek merkezi olan Ostbahnhof’a gittik. Burada bir sürü gece kulübü var, her çeşit insan ve mekan var. Ve genelde herkesin elinde içkisi ve cigarası var. Her taraf buram buram kokuyor kısacası. Zaten S-Bahn’dan inip de sağa doğru gidip ilk sağdan dönerseniz, eski bir fabrika alanı ve binalarının öyle kulüplere çevrildiğini görürsünüz. Biraz ürkütücü bir yer burası, ama bütün köşe başları Türk tekel bayii ve dönerci :)…  Biz de çok yorulduğumuzdan (artık benim takatim kalmamıştı!), bir de çantalarımızda değerli eşyalar bulunmasından ve eşek kadar olmalarından dolayı bir mekana girmedik.

En sonunda gün bitmişti. Otelimize gidip iyice bir uyku çektik. İkinci gün sabahtan İsot çıkıp meclis binasına giriş için randevu almaya gitti. Geldiğinde eşyaları hazırlayıp otelden çıkış yaptık. Valizleri de emanete kilitledik.

İkinci gün planımız, benim de görmediğim Sachsenhausen toplama kampına gitmekti. Burası savaş sırasında Berlin yakınlarında kurulan Yahudi kamplarından biri. Bunun için 1-1.5 saat yol gitmek gerekiyor. Kampa vardık..





Burası sözün bittiği yer gerçekten… İnsanoğlunun kendi cinsine yapabileceklerini, insanın ne kadar gaddar bir yaratık olduğunu, güç denen olgunun ne kadar tuhaf bir şey olduğunu, gözetleme kulelerini, kaybedilen hayatları, kurşuna dizilenlerin bulunduğu alanı, insanları çalışmadıkları için canlı canlı yaktıkları fırınları, gaz odalarını (buraya Z istasyonu denirmiş hayatın son noktası olduğu için)….  Daha birçok karmaşık duygu…  Ve çalışmak özgürleştirir yazısı…





Sachsenhausen








Buradan ayrıldıktan sonra meclisi dolaşmak için saatimiz gelmişti. Hemen meclis binasına gidip çıkmak için binaya girdik. Öncelikle burada çalışan görevliler inanılmaz derecede insancıl ve saygılı.  Bizim kendini bilmez özel güvenlik görevlileri gibi değiller.  Hatta öyle ki İsotun çantasında bira vardı… Adamlar şişeyi aldı, bize bir numara verdiler ve çıkışta biramızı geri almamızı söylediler :).  Biraz bekledikten sonra devasa bir asansörle yukarıya çıktık. Meclisin içini değil zaten sadece kubbesini gezebiliyorsunuz. Kubbeye girmeden önce audio-guide lar verildi.  Kubbeyi döne döne çıkarken, bulunduğunuz yerden görünen binalar ve yerler hakkında, meclis binası hakkında bilgiler alıyorsunuz. Kısacası adamlar işini biliyor.


Alman Parlamentosu


Ziyarete Açık Parlamento Kubbesi


Buradan çıktıktan sonra hediyelik eşyalarımızı aldık. Sonra yemek için bize önceden tavsiye edilen Vapiano adında bir İtalyan restorana gittik. Burası Berlin Hauptbahnhof’da yer alıyor. Gerçekten çok orijinal biryer, yemek istediğiniz makarna türünü, içine neler atılacağını siz söylüyorsunuz. Onlar gözünüzün önünde çatçut çatçut 10 dakikada hazırlıyorlar ve enfeesssss oluyor… masalar genelde bar masaları şeklinde, makarna haricinde pizza ve diğer yemekler de var ama en güzeli makarna…
Vapiano'da Akşam Yemeği


Burda yemeğimizi yedikten sonra ben inanılmaz yorulduğum için valizleri emanetten almaya İsot gitti. Bana da Dunk’n Donuts’dan son defa donut ile kahve almamı söyledi. Ne de olsa gece uzundu. Uçağımız 6 civarındaydı. Ben de aman dedim o gelsin de beraber beğenelim… Demez olaydım. Çocum Hertha Berlin maçı çıkışında binlerce taraftarın metroya akın ettiği saatlerde iki valizi zar zor metroya girdirip, tıklım tıkış bir yerlerinden ter akıttı Hauptbahnhof’a gelmek için. Ama ben onu bekleyeyim derken ne oldu.. Saat 10’da dükkan kapandı. Alamadık ya la… Yuh bana yuhlar bana… Kahroldum… Bu ne kardeşim tren istasyonunda 10’da mekan mı kapanır? Sabaha kadar insan var orda… Sizin anlayacağınız ben yine kendi ülkemle karşılaştırma yanlışına düşmüştüm. Siz siz olun işinizi garantiye alın:).


Ve Ganimetlerimiz :)

Böylece bir maceranın daha sonuna geldik. Gayet güzel anılarla ve her yerden toplamaya çalıştığımız küçük ganimetimizle iyi ve yorucu bir tatil geçirdik… Yorucu tatil mi olur ya :)

30 Ekim 2013 Çarşamba

Orta Avrupa Turu III-Prag

Charles Köprüsü
Orta Avrupa turumuzun üçüncü ayağı Prag şehriydi. Ne yazık ki Budapeşte’de talihsizlikler peşimizi bırakmadığı için Prag turumuz gecikmeli olarak başladı. Otogara indiğimizde şehir içi ulaşım için günlük biletlerimizi alalım dedik. Ama pek de insan canlısı olmayan metro çalışanları bizi sadece bilet makinelerine yönlendirdiler. Fakat işin kötü tarafı bu makineler kağıt para kabul etmiyordu ve 20 euroya yakın 2 tane günlük bileti tamamen bozuk parayla almayı denedik. 
Bozuğumuz olmadığı için yine pek yardımsever olmayan metro dükkanlarının sahiplerine bozdurmalarını rica etsek de olumlu cevap alamadık. Hal böyle olunca hem Berlin biletlerimizi almak için hem de kahvaltı yapabilmek için tekrar otogara gittik. Bu vesile ile paralarımızı da bozarız diye düşündük. Kahvaltılık snack ve kahvelerimizi alırken fark ettik ki otogarın çıkışında hemen sol tarafta bulunan markette günlük bileti kasadan alabiliyormuşuz. Kısacası Prag’a indiğinizde nerden bilet alıcaz diye bakınmayın, girin markete, sevimli kasiyerden alın :).
Ben yorgunluktan kendimden geçtiğim için saat 10:00 gibi vardığımızda, minik kuşum Meltem (yurttan 8 yıllık arkadaşım ve benim için kardeşten öte böcüğüm) ile 12:00 civarında buluştuk. Ben Meltem’in evinde bir süre uyuyup yorgunluğumu atmayı tercih ettim. İsotum tabiî ki bir sefer geliyorum hiç kusura bakma ben dinlenmem deyip yollara attı kendini :). Öğleden sonra buluştuğumuzda çoğu önemli yerini gezmişti zaten.
Prag Kalesi'ndeki Katedral
Karınlarımızı doyurduktan sonra, hava kararmaya yakın olduğu için Prag Kalesi’ne 22 nolu tramvayla gittik. Prag kalesi bütün şehri görebileceğiniz bir tepede konumlanmış durumda. Bizim girdiğimiz tarafta sanırım Gotik mimari ile yapılmış katedral bulunuyordu. Gerçekten motifleri ile etkileyici bir yapıydı. 2007 yılında ilk defa buraya geldiğimde de kale civarındaki mimari yapıdan etkilenmiştim. Bu gidişimde de bendeki etkisini yitirmemiş olduğunu fark ettim. Katedralin önünde sanırım Uzakdoğulu bir gelinlik firmasının katalog çekimleri vardı ve buna da tanıklık ettik.
Prag’a dair en çok dikkatimi çeken şey çeşitli süslemelerle, işleme ve boyutlarla her sokak başında rastladığım kapılardı.  Bence günün birinde sadece bu konseptle seyahat edip kapıların fotoğraf koleksiyonunu yapmayı düşünebilirim diye geçirdim içimden. İsot her ne kadar benim kapılar hakkında obsesif olduğumu düşünse de, gördüğüm kapıların olabildiğince de fotoğraflarını çekmeye çalıştım tabi.
Sokak Korosu 
Prag Kalesi'nden Manzara

Kafka Müzesi Bahçesi
Kalenin içinde kalan meydanı dolaşıp ünlü merdivenlerinin bulunduğu yerden şehir manzarasını bir turist güruhu arasından çekip izlemeye çalıştık. Sonra merdivenlerden aşağı inip Kafka müzesinin bulunduğu taraftan dolanıp, sonrasında Charles köprüsünden geçtik. Kafka müzesi o saatlerde kapalıydı, fakat 2007’de geldiğimde ben girmiştim. Hatırladığın ne var diye sorarsanız sadece bahçedeki çiş yapan iki metal erkek heykeli :). Charles köprüsünde adam akıllı fotoğraf çekemedim çünkü İsot bekleme sabrını gösteremedi. Zaten çok kalabalık olduğu için güzel bir kare yakalamak için uygun bir zaman da değildi. Fakat köprünün üzerinde yeterince zaman geçirip sokak sanatçılarının performanslarını seyretmenizi tavsiye ederim. Köprünün hemen altında old town tarafındaki kukla dükkanları da gezilip görülesi yerler arasında. Arzu ederseniz el yapımı güzel kuklalar mevcut, fakat ben genelde bunları oldukça ürkütücü bulduğum için almayı düşünmedim. Bir de palyaçolar bu derece ürkütücü gelir bana, ki bununla ilgili başka bir anım da var ama konudan sapmayalım, onu sonra anlatırım.
Neyse oradan Astronomik saate gidip herkesin yaptığı gibi, dakikalarca saatin önünde bekleyip o seremoni içinde çalışını ve hareketlerini izledik. Bir sonraki gün katıldığımız free tour sırasında rehberimiz Filip, ilk görüşte bu saatin bir hayal kırıklığı olduğu ama 600 yıldan fazla süredir kusursuz mekaniğinin işlediğini öğrendik. Bu dönemlerden kalması nedeniyle bir mühendislik harikası olduğunu belirtti Filip. Bir de tabi ki mesaj içeren bir boyutu da bulunuyor. Saatin en solunda ki aynaya bakan eleman kendini beğenmişlik ve kibirliliği, yanındaki kesesi para dolu sözde Yahudi cimriliği, saatin sağ tarafındaki iskelet ölümü ve en sağdaki elinde bir çalgısı bulunan doğulu figürü ise Türkü ve şiddeti zalimliği simgeliyormuş. İlk iskelet elindeki çanı çalar ve bundan sonra tepede 12 havari geçer, bu vakitten kibirli, cimri ve zalimin sonu gelmiştir. Yani burada da ünümüz namımız yürümüş efendim demeden geçemiyorum…
Evvveet Astronomik Saat :)
Eğer Prag’a gidip de bu saati ve performansını görmek isterseniz 21:00’den önce ve saat başında bulunmanız gerekiyor. Fakat öyle tuhaf bir kalabalık var ki burada. 15-20 dakika boyunca bekliyorlar, çoğaldıkça çoğalıyorlar ve 1 dakikadan az performansı gördükten sonra biraz da hayal kırıklığıyla “aaaaa” layıp aynı zamanda alkışlıyorlar. Sonra çil yavruları gibi bir anda dağılıyorlar. Noluyo yaaa deyip ben kalabalığa daha çok şaşırdım sanırım :). Bir de geçen gelişimde öğleden sonra ve haftasonu olduğu için ekstradan özel kostümlü eski çağlardan kalma kişilerin geçidi de düzenlenmişti. O zaman en azından biraz heyecan oluyor :).
Bir de Charles Köprüsünün ayağında bir Orta Çağ İşkence Müzesi var. Bu gidişimde girmedim, fakat öncesinde unutamayacağım birkaç kareyi görmüştüm. Hala da çok açık ve anıt işkence aletlerinin birkaçını hatırlıyorum. Bence bir alternatif olarak gidilebilir.
İsot ördek ile boğuşurken :)
Neyse astronomik saatimizin görülmesi de tamamlandıktan sonra 4 yıldan beri Çek Cumhuriyeti’nde ve 3 yıldır Prag’da yaşayan Meltem’im ile buluştuk. Meltem yemek için bizi Kolkovna adında bir zincir olan restorana götürdü. Schnitzel ve ördek siparişini Meltem’in ısrarları sonucu geldik. Biz fiyatları uygun bulup, çok da büyük bir şeyin gelmeyeceğini tahmin ederek böyle bir sipariş vermiştik. Fakat bildiğiniz bütün ördek geldi. Güzelce marine edilip fırınlanmış ve lahana ve ona benzer yeşillik püreleriyle beraber servis edildi. Şunu söyleyeyim Prag’da bir yemeğe 200 krondan (8 avro civarı) fazla bir biraya ise 40 krondan (1,5 euro civarı) fazla para vermemeniz rehberimiz tarafından önerildi. Adam Prag’da doğup büyüdüğü için güvenilir diye düşündük. Mesela orda ördek fiyatı 280 kron civarıydı ve kesinlikle 2 kişiye yetecek büyüklükteydi. Yani Kolkovna’ya giderseniz ördek iki kişiyi rahatlıkla doyuruyor. Çok da güzel ucuz biralarla uygun bir akşam menüsünü çıkarabilirsiniz. Bu arada hazır krondan bahsetmişken, döviz ofislerinin yaptığı bir hileden bahsetmeden geçemiycem. Döviz ofislerinin önündeki tabelalarda asılı olan fiyatlara lütfen kanmayın! Çünkü onlar yüksek bir meblağdan sonraki değişimler için (sanırım 100 euro). Bir de en düşük komisyon oranı Florenc’te. Florenc ise otobüsa garının bulunduğu semt oluyor.
Biz yemeğimizi birkaç bişiler içtikten sonra tam Meltem’in şehrin çok az dışında komunist dönemden kalma milyonlarca katlı ve milyonlarca daireli, küçük ama muhteşem manzaralı (eee ev 15. Katta olunca:)) evine gitmek için yola koyulmuştuk.
Cross Club
Tam o sırada duraklardan birinde kapılar açıldı ve Meltem “koşun sizi biryere götürecem” dedi. Son anda metrodan atladık:).  Sonra bir makine mühendisi tarafından her katı ve giriş bölümü farklı tasarlanan mekanik cihazlarla ve neon ışıklandırmalarla doldurulmuş “Cross Club” adı verilen yere gittik. Benim için acayip ürkütücü biyerdi. Fakat İsotuma göre burası aslında tam o komünist zamanların ruhsuzluğunu, mekanikliğini ve soğukluğunu yansıtıyordu. Ve aslında İsotun görmek istedikleri böyle şeylerdi. Neyse mekânın pek de bize uygun olmadığı düşünerek çok da fazla kalmadık. Ve birinci günümüz bu şekilde sonlandı.
Astronomik Saatin olduğu meydandaydılar, muhteşem..
İkinci gün astronomik saatin önünde free toura katıldık. Yukarda anlattığım hikâyeyi dinledik. Sonra meydanda Çek Cumhuriyeti’ne önemli katkıları olan düşünürlerden biri Yannuş’un heykelini görebilirsiniz. Burdan hareket ederek rehberimiz Filip bizi şehrin en eski ve tek ayakta kalan kapısı olan Powder Tower’a götürdü. Buradan ise Yahudi mahallesine geçtik. Bu mahallenin girişinde Kafka’nın kişiliğine uygun ilginç bir anıtı bulunuyor. Hemen girişte ise merdivenlerden inmek zorunda kalıyorsunuz, çünkü Yahudi mahalleleri o dönemin Avrupasında her zaman normalden daha alçakta yapılırmış. 
Endülüs mimarisinden esinlenen sinagog
Buradaki girişte sizi hemen farklı mimaride bir sinagog selamlıyor. Bu yapının kıvrımları ve süslemeleri şehrin bütün diğer yapılarından farklı imiş. Bu dönem Avrupasında Yahudilere eşit yaşama hakkı tanıyan Endülüs Devleti’nden esinlenerek Doğu motifleriyle süslenmiş.
Prag’daki Yahudi mahallesi Nazi döneminde Hitler tarafından yerle bir edilmeyen tek Yahudi muhitiymiş. Bunun nedenlerinin farklı olduğu ileri sürülmekteymiş efendim. Bunlardan en ilginci Hitler burayı nesli tükenmiş bir ırkın egzotik müzesi olarak tasarladığı ve dünyaya bir miras olarak bırakmayı düşündüğü bir alan olması. Çok da düşünceliymiş (!) burada yer alan mezarlığın ise çok küçük olmasına rağmen 12 katmandan oluştuğu biliniyor. Bunun da hatırlayamadığım dinsel bir özel sebebi vardı. Fakat bu “Jewish Square” adı verilen yerde, halen faaliyette olan bir sinagog ve hemen onun bitişiğinde bir anıt müze bulunuyor. Geçen sefer de bu sefer de gitmeyi arzulayıp giremediğim göremediğim bir yer efendim…
Wenceslas Meydanında
Bizim free tourumuz burada sona ermişti. Bizde buradan Wenceslas Meydanı’na doğru şık mağazaların olduğu bir caddeden geçtik. Meydanda yine benim hayranlıkla baktığım sokak sanatçıları ve küçük büfeler vardı ve ben yine kendimi kaybettim. 
Havelsky Market
Buradan kendimizi ara sokaklara verdiğimizde sıcak şarap ile çok sayıda hediyelik eşyanın bulunduğu bir açık pazarı içgüdülerimizle bulduk artık :).  Bu marketin adı Havelsky Market ve almak istediğiniz çok sayıda turistik malzemeyi burada daha uygun fiyatlara bulabilirsiniz. Biz buzdolabı sticker, anahtarlık, shot bardağı, Poyraz Ali’mize tahta araba seti ve mumluk aldık. Aslında kilo sınırımız olmasaydı alınacak çok şey vardı ama….

Saat 17:30’da Berlin otobüsümüz olduğu için bir yarım saat kadar Meltem’imi gördük, o da bizi en ünlü kahve ve ikramların olduğu Louvre Cafe’ye götürdü. Orda sıcak çikolatamızı içip, taksiye atladık… Meltem’in Türk damarı kabarmış olacak ki bir güzel çatır çatır Çekçe konuşarak taksiciyi uzun yoldan gidiyor diye payladı :). Öyle böyle derken otogara vardık. Emanetten eşyalarımızı aldık, Meltem’i arkamızda bırakarak el sallaya sallaya Prag’dan ayrıldık. Ve o dakika anladım ki böcüğüm artık oralı olmuş :(….

28 Ekim 2013 Pazartesi

Orta Avrupa Turu II- Budapeşte

Bratislava’dan Budapeşte’ye geçişimiz otobüsümüzü kaçırmadığımız için pek de zor olmadı aslında. Eee sütten ağzı yanan muhabbeti... Biletlerimizi www.eurolines.com’dan almıştık. Zamanında otobüsümüze atladık. Budapeşte’ye vardığımızda öğleden sonra civarıydı. Yol gerçekten güzeldi, dümdüz ovaların arasından geçtik, hava bulutlu ve güneşliydi. Otobüs seyahatinde hiç bozulmayan ritüelim olan uyumayı da tamamladım ve biraz enerji topladım. Otogara indiğimizde tabiî ki ufak bir teknik detay olarak, eurolarımızı forinte çevirdik. Ama tavsiyem otogar havaalanı gibi yerlerde çok yüklü miktarda parayı çevirmeyin. Genelde komisyon oranı yüksek ve dönüştürme değeri düşük oluyor. Biz sadece günlük biletlerimizi alabilecek kadar çevirdik haliyle.
Macar Forinti ile tanışmamız

Otogardan şehir merkezine metro hattıyla kolaylıkla gidebiliyorsunuz. Fakat metroya bindiğimde hayal kırıklığına uğradım gibi biraz. Tren öyle bir gürültü çıkarıyor ve sarsılıyor ki; ortadan ikiye bölünecekmiş gibi korkulu gözlerle baktım yol boyunca. Sanırım tüm trende bir tek ben böyle dehşete kapılmış gibi bakıyordum :). Fakat sonra öğrendik ki meğer bu metro İngiltere ve İstanbul tünel’den sonra yapılan üçüncü en eski Avrupa metrosuymuş. Bir de metrodayken insanları inceleme fırsatınız daha çok oluyor. Ben nedense Macarları, genç, çıtır, sarışın ve renkli gözlü ve uzun boylu hayal etmişim. Genelde yaşlı koyu saçlı, uzun olmayan ve Doğu Avrupa stilinde giyinenleri görünce biraz şaşırdım. Şu anda utandım yazdığımdan, neden etiketledim ki beynimde bu canımmm ulusun canım insanlarını?
Apartmanımız

Neyse kısa bir yolculuktan sonra Feherhajo Utca’daki apartmanımıza varmıştık. Kaldığımız yer oldukça merkezi ve zengin bir semtti, Ankara’daki Tunalı Hilmi gibi bir yerdi ve bol bol alışveriş mağazaları bulunuyordu. Apartman hakkında da bilgi vereyim. Bence gittiğinizde eğer uzun kalacaksanız kesinlikle kiralamanız gereken yerlerden günlüğü 30 euro civarında, emlak şirketleri tarafından eski ve merkezi apartmanlar günlük olarak turistlere tahsis edilmiş. Tek sorun, yer apartman olunca resepsiyon yok ve ne yazık ki apartmana ulaştığınızda sizi karşılamıyorlar. Bu yüzden bir 10-15 dakika kadar bekleyip anahtarı alabiliyorsunuz. Fakat apartmana girdiğinizde buna değdiğini anlıyorsunuz. Çünkü apartman IKEA mobilyalarla donatılmış ve mikro dalga fırınından buzdolabından, çamaşır makinesine, tost makinesinden, su ısıtıcısı ve tabak, çatal-bıçak ve tava tenceresine kadar her şey bulunuyor. Yani uzun kalmak isterseniz çok ideal…

Eşyalarımızı bıraktıktan sonra fazla zaman kaybetmeden gün ışığından faydalanalım istedik.  2 numaralı tramvaya binerseniz sahil şeridi boyunca kısa ama genel bir tarihi yerler turu atabiliyorsunuz. Dinlenmek için de uygun oluyor. Biz de koltuklarımıza yerleşip nereden başlamalıyız kısmını burada baka baka karar verdik.

İlk olarak tabiî ki Budapeşte Kapalıçarşısı… Rengarenk ilginç bir çatısı olan ve Peşte tarafında bulunan bu yeri bulmanız çok da zor olmaz diye düşünüyorum. Fakat ben içini pek sevmedim. Hediyelik eşya alabilirsiniz, bu açıdan çok iyi. Özellikle Macarların vazgeçilmezi kırmızıbiberin her türlü süslü paketlisini burada bulabilirsiniz. Fakat şöyle atıştırmalık harika lezzetlerin bulunduğu bir yer değil. Ben gezerken bişiler yiyip enerji almayı seviyorum. Burada pek öyle bir şey yoktu ne yazık ki…
Gellert Tepesi Özgürlük Anıtı
Sonra ilk iş olarak, Gellert Tepesine gittik. Buraya çıkmak biraz zahmetli çünkü çıkmak için hiçbir ulaşım aracı yok, bu yüzden tabana kuvvet çıkıyorsunuz. Gellert tepesi Buda tarafında ve Özgürlük Anıtı’nın bulunduğu bir yer. Özgürlük anıtı bir genç kadının defne dalı tuttuğu ve iki yanında savaşçı güçlü kuvvetli savaşçıların bulunduğu bir yer.  




Çıkış için ormanlık bir alandan ağaçların arasından geçiyorsunuz ve biz gittiğimizde sonbahar olması ve gün
batımına denk gelmesi nedeniyle çok güzel şehir manzaraları ve ışık oyunlarını yakalama imkanını edindik. Bence buraya tama gün batımında gitmek mantıklı çünkü şehrin ışıklandırmaları da kısa bir süre sonra açılıyor ve köprülerin ışıkları güzel bir manzara sunuyor.
Gellert’i dolaştıktan sonra zincirli köprü üzerinden güzel hediyelik eşya dükkanlarının olduğu bir caddeye çıktık ama ne yazık ki bu caddenin adını bilmiyorum :(. Buradan ne yesek ne yesek diye dolaşırken ben uzak doğu yemeklerinin koyu bir hayranı olduğum için “Tao” adında bir restorana oturduk ve tabiî ki ben mest oldum yerken, bir de cherry cola Türkiye’de satılmadığı için uzun süredir tadamadığım bir lezzetti. Tabi bu fırsatı da kaçırmadım.
Tekne turundan parlamento binası
Yemeğimizi de yedikten sonra buraya gelen arkadaşların tavsiyesine uyup akşam Tuna Nehri boyunca tekne gezisine katılmayı planladık. Oraya gittiğimizde şunu fark ettik ki siz siz olun sabahtan, akşam tekne turu için biletinizi alın. Çünkü biletler hemen tükeniyor. Ve Budapeşte’de turla gelen o kadar çok Türk var ki bunu bu tekne turunun bulunduğu yerde fark ediyorsunuz. Akşam olup da o kadar dolaşınca, inanılmaz derecede yorulduğum için ve tekne turuna bilet
bulamadığımız için benim zaten yüzüm düşmüştü. Bir şekilde tekne turu ayarladık. Tekne turu 1 saate yakın sürdü ve sırasıyla kıyıda bulunan bütün tarihi yerler ve şehrin simgeleri hakkında İngilizce bilgi verildi.  Berlin, Hamburg, Lahey, Amsterdam ve İstanbul’da tekne turlarına katılmıştım… Bence İstanbul’dan sonra, Budapeşte’deki tekne turu ikinci sırada… Çünkü adamların anlatabilecekleri güzel bir tarihleri ve şehir simgeleri var… özellikle akşam olanın tavsiye ederim yani… Bu arada tam tekne turları için uygun yeri ararken, II. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybedenlerin anısına yapılan çok basit fakat çok anlamlı bir anıta rastladık. Tuna Nehri kenarındaki demir ayakkabılar…
İsotumm bana fıstık atarken :)





Akşamyorgunluğunu ilginç bir yerde attık “For Sale Pub” diye Peşte tarafında bir mekan… Burayı açan adamlar kesin Türkiye’den esinlenmiş… Bizim yer fıstığı barımız var ya hani istediğin kadar yer fıstığı yiyip yerlere atıyorsun aynı concept… Bir de her gelenin not yazıp duvarlara asmalarına izin veriyorlar… Bunu da bir yerde görmüştüm fakat şimdi hatırlamıyorum. O kadar kalabalık bir yer ki ve o kadar ucuza concept bir mekan yapmışlar ve ilgi çekici olmuş ki!! Bir de mekan “memleketlim” kaynıyor! Orada da yöresel bütün “ayranları” listenin başından başlayarak denedik :)…  İlk günümüz böyle sona erdi.

Sabah kalktığımızda sıcak suyumuz yoktu ve bütün gece kaloriferler yanmamıştı. Emlak şirketindeki bayana ulaşamadık… haliyle ben bir yan komşuya bakıp durumu öğreneyim dedim.. Meğer yan komşu gerçekten komşumuzmuş.. Yunan iki bayan :). Benim Türk olduğumu öğrenince hemen aman “Türk dizileri”, aman da “Sultan Süleyman” abla başladı :). Sonra Yunanca, Macarca ve Türkçe’nin ortak kelimelerinden ortaya bir karışık yaptı :D. Biz suyun gelmesini 1 saat kadar bekledik. Bir gün önce de tekne turu için baya bir ter dökmüştük. Yani kısacası Budapeşte’de talihsizlikler bizi bırakmayacaktı. Sonrasında free walking turu kaçıracaktık. En son ayrılırken de son sürprizini yapacaktı Budapeşte bize. Ama bunu ballandıra ballandıra en sonda anlatmayı tercih ediyorum. Çünkü çok önemli tavsiyelerim olacak sizlere.
İkinci gün Buda Kalesi’ne çıkmaya karar verdik. Kaleye füniküler ile çıkmayı deneyebilirsiniz. Biz de öyle yaptık ama sonradan fark ettik ki bu hem çok daha pahalı bir ulaşım şekli hem de kale çok yüksekte değil. Bu yüzden siz bizim düştüğümüz hataya düşmeyin… Yukarıya 10 veya 10A otobüsü ile çıkın ve inerken de yürüyerek inin. Kale yüne büyük, ihtişamlı ve manzaralı bir yer… Fakat yine siz siz olun bizim yaptığımız gibi yukarıda salaş bir yere oturup
atıştırmalık ile “ayran” içmeyi denemeyin, çok iğrenç yiyeceklere gereğinden fazla paralar vermeyin! Kalenin biraz ilerisinde kapalı hediyelik eşya yerleri bulunuyor, eğer dantel el işi vs. meraklısı iseniz burası tam size göre…
Biz buradan “Free Walking Tour”a katılmayı planlıyorduk, fakat işlerimiz istediğimiz gibi tıkır tıkır ilerlemeyince, koşturduk koşturduk koşturduk…… Ancaaaakkkk turu yakalayamadık…. Bir gün öncesinde teknede yaşadığımız, sonra kaloriferin yanmaması ve sıcak su problemi derken talihsizlikler pür neşe peşimizdeydi … Ben artık “isyaaaağğğnnn” modundaydım. Bu kadar hayran kaldığım ve geziyi bitirince en güzel olduğuna karar verdiğim Budapeşte, aynı zamanda olumsuzlukların ard arda sıralandığı bir yer oluvermişti.
Margaret Adası bisiklet turu
Hazır bir güzel de turu kaçırdık madem dedik, hade o zaman Margaret Adası’na gidelim. Margaret adası küçük yeşillikli bir alan ve Tuna Nehri üzerinde. Adada bişiler içip kötü enerjinin gitmesini bekleyip, küçük sevimli yarış arabalarına benzeyen çift pedalı olan araçlarla şöyle bir adayı turladık. Bu ada her yıl Ağustos ayında bütün dünyadan binlerce gencin katılımıyla Avrupa’nın en büyük festivali olan Sziget Festivaline ev sahipliği yapıyor. Çok ünlü gruplar, bir
sürü irili ufaklı sahne ile çok sayıda genç çadırını kurup 5 gün burada tabiri caizse “eğlencenin dibine vuruyorlar”.  Ben bu festivalin varlığından 2004 yılında haberdar oldum ve bir gün mutlaka gidicem!! Adada gezerken vay be burada şöyle güzel festival böyle güzel konserler olur demeden edemedim :)… Tabi hiç bi festival ODTÜ’mün bahar şenliklerinin yerini tutmaz ama neyse :P.
Balıkçılar Burcu
Margaret Adası’ndan Buda tarafındaki Balıkçılar Burcu ve Mathias Kilisesi’ne geçtik ve bilerek yine gün batımına yakın bir zamanı bekledik oraya gitmek için. Balıkçılar Burcu ve Mathias Kilisesi çok değişik bir mimarisi olan ve sanki benim için masallardaki şatolara benzeyen bir yer. Balıkçılar Burcu Macaristanın Macaristan olmasına katkıda bulunan 7 kabileyi temsilen 7 burçtan oluşuyormuş efendim.. 

Arkasında da bir Hilton var ki, böyle bir yerin bu
kadar dibinde hatta içinde bile sayılır, nassııl olur da böyle büyük bir otele izin verilir diye düşünüyor insan.. En azından bir tuhaf karşılıyorsunuz yaa, böyle tarihi bir yerde gezerken bir bakıyorsunuz karşınızda valeler duruyor!
Budapeşte’de aklımda kalan ne oldu diye sorarsanız bence gece şehrin simgelerinin ışıklandırmaları!!!!  Çok mistik, masalsı ve hoş bir hava veriyor bu şehre. Bu şehir bana Balıkçılar Burcu’nun mimarisi ve gece köprü ve şehir simgelerinin ışıklandırmaları nedeniyle masalsı bir şehir gibi geldi. Keşke gezimiz yıllardan beri gitmeyi istediğim Margaret Adası’nda gerçekleşen Sziget Festivali zamanına denk gelseydi, daha bir başka olurdu.
Bir de kesinlikle ve kesinlikle Avrupa’da Türk izlerini bulabileceğiniz ve bundan biraz da olsa mutlu olabileceğiniz bir yer. Hatta bazen benzer Türk Macar kelimelerle karşılaşınca sizi gülümsetebilecek bir şehir. Ben burayı görmek için niye bu kadar beklemişim acaba? Kesinlikle kısa bir eğitim
programı veya başka bir nedenle daha uzun kalmayı planlıyorum…



Son olarak Budapeşte’deki en son talihsizlikten bahsedeyim sayın okurlarım. Siz siz olun aman Avrupa’nın herhangi bir şehrinde şehirlerarası ulaşım için Orangeways’i kullanmayın. Tekrar ediyorum, aman ucuz oh ne iyi ne kadar kötü olabilir ki gibi ikilemlere düşüp de www.orangeways.com’dan sakın ama sakın bilet almayın. Bizim Budapeşte’den Prag’a biletimiz neredeyse piyasanın yarı fiyatınaydı ve biz aslında orda bir işkirlenmiştik! Son gün otogara valizlerimizi bırakalım dedik. Otogar emaneti 22:00 da kapanıyor! Otogarın kendisi de saat 23:00’da kapanıyor. Ne sandınız benim cağğnımm otogarlarım sabbahha kadar açık her an her şeyi bulabileceğiniz otogarlardan değil burası.  Bizim otobüsümüz saat 23’te otogarın karşısındaki normal bir otobüs durağının önünden kalkacaktı. Biz de bir yarım saat öncesinden oradaydık. Sonra 1 saat geçti gelen giden yok! Birkaç turist otobüsün rötar yaptığını mail ile aldıklarını söylediler ve 1,5 saat gecikeceğini belirttiler. Eh durum böyle olunca herkes gibi büz de kaderimize boyun eğdik. 1,5 saat geçti, 2 geçti, 3 geçti ve 4 saat sonra aracımız geldi. Bu sırada hava buz gibi soğuk, kalacak ve sığınacak yerimiz yok, öyle etrafta cafe filan da yok olsa da o saatte açık olmaz zaten de, tuvalete gidecek yerimiz yok!!! Öyle caddenin kenarında saatlerce bekletildik…  Bu arada yolcuların yarısından fazlasının da Türk olduğunu fark ettik, bütün Türkler çakal ya, ucuza bilet bulduk ne kadar kötü olabilir ki karrdeşimm!! 2,5 saat sonra artık insanlar devrimci kimliklerini ortaya çıkardılar.. En azından otogarın karşı çaprazında ve bizim bulunduğumuz yerin karşısında bulunan orangeways ofisinde birisinin olacağına pek ihtimal vermeseler de gidip bir kapıyı tıklattılar. Ve şansa bakın içerde yetkililer varmış!! (Biz dışarıda donarken onlar pencereden bakıp kıs kıs gülüyor da olabilirler diye düşünüyorum.) biz 10 metrekare ofiste 30 kişi üst üste biraz uyuduk, çoğunlukla kavga ettik ve en sonunda otobüs geldi. Sonra otobüs şoförü amcamlar İngilizce bilmediği için bizlere “toilet error error error” dediler :). Her 2 saatte bir durarak öğlene doğru ancak Prag’a inebildik. Yani şanssızlık, rezillik diz boyuydu. Kısacası efendim, orangeways out, eurolines ve studentagency in… kara taşımacılığında ve şehirlerarası otobüs hizmetlerinde Avrupa out, benim memleketim on numara beş yıldız :D….