Ağustos ayında iki haftalığına
Makedonya’da düzenlenen bir yaz okuluna katılımcı olarak gitme hakkını
kazandım. Bütün hazırlıklar tamamdı, uçak bileti, davet yazısı, kurumdan
izinler ve görevlendirmem… Fakat ben şimdiye kadar hiçbir Balkan ülkesinde
bulunmadığım için beklentim biraz yüksekti sanırım. Sonuç olarak ne olursa
olsun Avrupa kıtasına gidiyordum ve benim beynim Avrupa denince Batı Avrupa’yı
kurguladığı için açıkçası bu hayalime benzer bir ülkeyle karşılaşmayı
bekliyordum. Fakat Makedonya Üsküp’te Büyük İskender Havaalanı’na inip ismine
tezat ne kadar küçük olduğunu görünce beklentimi baya yüksek tuttuğumu anladım.
Neyse Vardar Ekspres ile yaklaşık yarım saat yolculuktan sonra bizi alacakları
otogara gelmiştik. Buradan3 saatlik bir otobüs yolculuğu ve 10 euro
karşılığında yaz okulunun büyük kısmının gerçekleştirileceği Struga şehrine
gidecektik. Meğer bu yolculuğu transporter bir araçta yapacakmışız. Neyse öyle
böyle derken 17 saatlik yolculuğum (gece yarısı Isparta-sabah Antalya’dan
İstanbul- öğle saatlerinde İstanbul’dan Üsküp -4 civarı da Üsküpten Struga’ya)
sona ermişti. Hotele yerleştim, su almak ve etrafa bir bakınmak için markete
çıktığımda kendimi daha da kötü hissettim. Çünkü burası çirkin bir şehirdi.
Gerçekten çirkin… Tozlu, çöplü sokaklar, tamamlanmamış tuğla binalar, eski
yıkık dökük binalar ve tam hotelin karşısında ‘Müslüman Kabristanı’, birebir
Türkçe yazıyordu. Zaten yolda gelirken de Makedon dili, İngilizce ve Rusça’dan
sonra Türkçe’ye rastlamıştım. Çok sayıda küçük köyde cami görmüştüm… En
önemlisi de havaalanından iner inmez Tepe Akfen ve Halkbank’ı, Acıbadem ve
Cevahir Holding Bilboardlarını görmemdi. Yani kısacası hala buralarda hükmümüz
sürüyor gibiydi.
Birkaç günümü geçireceğim Struga
şehrinden önce Makedonya hakkında birkaç kısa not… Makedonya 1991’de
bağımsızlığını ilan etmiş ve Yugoslavya’dan ayrılmış, 2 milyon nüfuslu küçük
bir Balkan ülkesi. Yani bizim birçok büyükşehrimizden küçük bir ülke… Ülkenin farklı şehirlerinde, 80 bin civarında
Türk yaşıyor ve ülke nüfusunun %30’u Müslüman. Çok sayıda Arnavut’un bulunduğu
bir ülke, Arnavutluk savaş döneminde savaştan kaçan 400 bin kişi buraya
sığınmış, yani onlar aslında azınlık değiller… Dahası bol bol cami ve ezan sesi
duyup yabancılık çekmeyeceğiniz bir yer. Vakti zamanında Osmanlı toprakları olmasından
mütevellit, Türkçe ile Makedonca’da çok fazla sayıda benzer kelime bulunuyor. Bir
de bu durumu son zamanlarda çılgınlar gibi izlenen (abartmıyorum her Allahın günü
prime time da bir Türk dizisi vardı) Türk dizileri de desteklemiş. Haliyle insanlar
Türkiye’ye ve Türkçe’ye ayrı bir sempati duyuyorlar. Yalnız ülke Doğu Blogu ve
komünizm ile Osmanlı Devleti’nin tarihlerinde yarattıkları izleri silmekle
uğraşan, kendisini yeniden inşa etmeye çalışan ve iki arada kalan bir ülke…
Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da sanırım yaptıkları ilk iş inkar
ettikleri tarihlerinin eserlerini imha etmek olmuş ki, bunu Üsküp’ün 2012
yılında yapılan bütün başkent binaları, köprüleri ve devasa fakat ruhsuz
estetistikten yoksun mimarisinden anlıyorsunuz. Bu bölüme Üsküp’e gelince
tekrar değinicem zaten ama benim için iç burkucu bir durumdu. Son olarak
ekonomisinden bahsedeyim, durumları bizim ülkemizden çok daha kötü, bir Türk
Lirası 21 Makedon Dinarı. Yani yemenin içmenin, kalmanın, gezip, eğlenmenin
bizden bile ucuz olduğu bir ülke… şöyle belirteyim ben 130 Euro cep harçlığı
ile (konaklama hariç) 12 gün hiçbir şeyden eksik kalmayarak tatilimi tamamladım.
Struga şehri Ohrid şehri’nin hemen hemen karşısında 10-15 km uzaklıkta Ohrid Gölü kıyısında çok küçük ve yerel turisti çeken ve pek de tarihi olmayan bir yer. Şehirde sadece bir tane büyük otel var, diğer konaklama yerleri ise yerel halkın pansiyon olarak işlettikleri yerler ve ülkemizde devlet kurumlarının tatil tesisleri olur ya, tam öyle yerler… Benim kaldığım yer de bu göl kenarındaki bu tesislerden biriydi.
|
Tesisimiz |
|
Tesisin Hemen Kapısında Yüzmeden Sonra :) |
Programa katıldığımız için topluca kahvaltı, öğle ve akşam yemekleri sabah 10 akşam 5-6 arası dersler vardı. Bu yoğun program nedeniyle, dışarıyı adamakıllı ve gün gözüyle göremeyeceğimi anlayınca ben de dersleri iki gün astım :). Bu öğrenci psikolojisi var ya hiçbir yaşta ve hiçbir yerde değişmiyor. Çünkü dersi asıp da kendi programımı yaptığımda öyle bir katıksız sevinç vardı ki içimde anlatamam… Açıkçası böyle bir nefes almaya da ihtiyacım vardı, çünkü bir yerden sonra 50 kişi sürü halinde hareket etmek benim sinirlerime dokunuyor ve canımı sıkıyor. Neyse bu dersi asmalarımdan birinde şehir merkezinde döner yedim, güzeldi fena değildi, dondurmamı alıp kısacık caddelerde yürüdüm ve tabii ki bisiklet kiraladım. Ehliyetimi rehin olarak verince, amcanın Türk olduğunu anladım. Bana hem indirim yaptı hem de 5 saatlik fiyatına 2 gün bisikleti verdi. Sonra da bana dönüp ‘Kaç Kızım Kaç’ dedi. Meğer orda kaç git anlamına geliyormuş. Bisiklet ile ilk gün, gün batımına 2-3 saat kala Ohrid tarafına 10 gittim. Ohrid’in girişinden dönmek durumunda kaldım, çünkü bisiklet eski ve hantal idi ve ışığı yoktu. Göl kıyısından, kıyıdan kıyıdan, ağaçların, ahududuların arasından, gidiş dönüş toplam 22 km yaptım ve biraz nefes aldığımı hissettim. Sonra yolda giderken gizli saklı bir yerde, sanırım özel mülkiyet olan küçük bir iskeleyi fark ettim. Oranın fotoğrafını çekip, manzarayı keyifle izleyip, kruvasan ve soğuk çayımı içtim. İkinci günümde ise tam ters istikamete doğru sürdüm bisikletimi. Bir 5-6 kilometre daha gitsem Arnavutluk’ta idim ama hem yola, hem bisiklete (yokuş çıkmam lazımdı), hem de sınır çalışanlarını güvenemediğim için gitmedim. Fakat orda gölün kıyısında gerçekten yayılan müzikle oldukça mistik hale gelmiş bir manastırı dolaşma imkanı buldum.
|
Saklı İskelem :) |
|
Göl Kenarında Mistik Manastır |
Sadece bu gezmelerle kalmadı tabiî
ki, bir ara bütün ekibi şehir turuna götürdüler. Kara Drim Nehri üzerinden
geçtik. Bu nehir şehri ikiye bölen ve hareketli bir nehir… Üzerinde akşama
doğru herkesin nehre atladığı Şiir Köprüsü bulunuyor. Ne yalan söyleyeyim çok
isterdim ama o yüksekten ve göl suyuna atlamayı hiç gözüm yemedi. Sonra
merkezini dolaştık. Bu sırada şehirde bulunan bir Börek dükkanından börek yemeyi,
bir İtalyan restoranında (çok şirin bir mekandı) Türk arkadaşlar Pelin ve Tuğba
ile birlikte akşam yemeği olarak pizza yemeyi ve son olarak sokakta lokma
yiyip, Türk kahvesi hezimetini de yaşadım. Hezimet diyorum çünkü bu adamlar
bizim kahvemizi kahve yapan bütün ritüelleri kaçırmışlar. Normal kahve
isteyince Türk kahvesini, Nescafe (hazır kahve dicektim ama anlaşılır mı emin
olamadım affedin) gibi hazırlayıp getiriyorlar, büyük fincanlarda, susuz,
lokumsuz, telvesiz, köpüksüz… İçeceğinize içmeyin daha iyi bence, hele benim
gbi kahve düşkünü iseniz hiç içmeyin… Neyse canımızı sıkmayalım :). Bir de iki gün
derslerden sonra göl suyunda yüzdüm… Deneyimimi değerlendirmek gerekirse, bizim
gibi üç tarafı muhteşem denizler ve kumsallarla kaplı, gerçek denizi bilen ve
benzer ülkelerden gelenler için pek de zevkli değil, özellikle o balçıkta
yürüyüp arada da göl bitkilerine takılmak… Bir de bulanık yani su, tatlı,
kaldırmıyor… Ama belli ki yoklukta gidiyor çünkü hafta sonu adım atacak yer
yoktu…
|
Kara Drim Nehri |
|
Şiir Köprüsü'nden Tepetaklak |
|
Tesisin Dibi :) |
Eğitimlerin
tam ortasında bütün katılımcılara yönelik Ohrid şehri gezisi ve bot turu
düzenlendi. Ohrid’e gittiğimde Struga şehrinde yaşadığım gibi bir hayal
kırıklığını kesinlikle yaşamadım. Burası görece büyük, daha bakımlı, bolca
nezih mekanın bulunduğu ve genelde yabancı turist çekim merkezi olan ve tarihin
izlerini sürebileceğiniz estetik ve güzel bir şehir. Turistik olduğu için de
birazcık daha pahalı bir yer ama gidip görmenizi tavsiye ederim. Yine inanılmaz
sayıda Türk turist var. Burası bir de siyah incisi ile meşhurmuş, bilgilerinize…
Ohrid gölü hiç de azımsanmayacak büyüklükte adeta ucunu göremediğiniz dalgalı
bir deniz gibi aslında, diğer ucu ise Arnavutluk’ta kalıyor. Yani göl bu iki
ülke arasında paylaşılmış. Ohrid’de bulunduğumuzu sürede, sayısız
merdivenlerden çıkıp Roma döneminden kalma Antik tiyatroya vardık, oradan
tekrar yokuş çıkıp Ohrid Kalesi’ne vardık. Güzel panoramik şehir fotolarımızı
tepeden çektik. Oradan da Panteleimon Kilisesi’ne gittik, burada söylenecek pek
de fazla bişi yok,her yerdeki kiliseler gibiydi. Mumumu yaktım, duamı ettim,
dileklerimi ilettim. Tam buradayken yağmur başladı ama hiçbir şey bizi
yıldıramazdı.
|
Panaromik Ohrid |
|
Kaleden Manzara |
Buradan
belki de en güzel manzaralı kiliselerden biri olan ve bahçe ile manzaranın
güzelliğinden içeri girmeye tenezzül bile etmediğim tam falezlerin üstünde
gölün kıyısındaki St. John Kanoe Kilisesine gittik. Manzara muhteşemdi, ordan
aşağı doğru süzülüp, kıyıya vardık. Tam kıyıdan yürürken, tahta köprüden geçtik.
Bu köprü suların üzerinde ve köprünün tutma yerlerinde astrolojik burçlar yer
alıyor, bir de birkaç Avrupa şehrinde rastladığım evlenen çiftlerin sonsuza
kadar birbirlerine bağlanmak için astıkları asma kilitler bulunuyordu. Güzel bir
köşeydi bence… Buradan şehir merkezine geldik ve nihayet serbest zaman verildi.
Ohrid sokaklarında dolaştım, hediyelik eşya aldım, bol bol fotoğraf çektim,
ünlü köftesinden yiyip, dondurma aldım ve geziyi biraz renklendirdim en sonunda
ise meydanda bir cafeye oturup kahvemi yudumladım.
|
St. John Kanoe Kilisesi |
|
Balık Burcum :) |
|
Ohrid Meydanı |
|
Ohrid Limanı |
Sonrasında
akşama doğru bot turu düzenlendiği için limana doğru yol aldım. Botumuza geç de
olsa bindik. Gün batımını oradan izleyip, tam karşı istikamette olan ve UNESCO
tarafından dünya mirası listesine giren Galiçya Milli Parkı’na gittik. Burada
bir manastırı ziyaret edip (bu manastırın bahçesinde sabahları sayısız tavus
kuşunu görmek mümkünmüş), oradan sevimli tarihi bir lokantaya geçtik. Tabiî ki geleneksel
Makedon içkisi Mastika’yı tattım burada, bizim rakıdan hiçbir farkı yok. Yalnız
meze niyetine salata getiriyorlar. Buradan son durağımız gece yarısında Struga’ya
varış oldu. Tabi botta parti de eksik olmadı hatta İsmail YK bile çaldılar
yaaa..
|
Ohrid'i Gerimizde Bırakırken |
Struga’da
bir hafta kadar kaldıktan sonra Bitola adında küçük bir şehir ikinci
durağımızdı. Burası Atatürk’ün de askeri eğitimini aldığı bir şehirmiş ve
şehrin tam göbeğinde Atatürk Müzesi vardı, fakat biz çok kısa bir zamanda ve
sürü halinde olduğumuz için sadece dışarıdan fotoğraflayabildim. Makedon arkadaşlardan
öğrendiğime göre, Atatürk’ün burada büyük aşkı Eleni de yaşarmış ve müzede çok
sayıda aşk mektubu muhafaza ediliyormuş. Sonra bize ünlü uzun Bitola
caddesinden geçirip, Büyük İskender heykelini gösterdiler. Oranın hemen
aşağısında ise Makedonya’nın 2002 yılında geçirdiği Arnavut Makedonlar ile
Makedonlar arasındaki iç savaşın anıtı yer alıyordu. Işık huzmelerinden güzel
bir kare yakalayabildim. Buradan sonra son durağımız ülke sunumlarının
gerçekleştirildiği büyük bir restorana geçtik. Ülkemizi gururla sunduk, çeşitli
yemeklerden yedik, hatta orda çalışan bir garson Türkmüş. Onunla da ayaküstü
bir sohbet ettik.
|
Atatürk Müzesi |
|
Türk Dizisi Hayranı Sandra ve İskender Heykeli |
|
İç Savaş Anıtı |
Son
durağımız iki gün kalacağımız Üsküp şehri idi. Fakat Üsküp’e varmadan önce bizi
öyle bir doğa harikasına götürdüler ki aklımda kalan tek güzel yer burasıydı.
Kanyon Matka’yı ziyaret ettik. Burası 1-2 kilometre kadar kayalıkların yanından
yürüdükten sonra, saklı bir cennet gibi bir manzaraya rastlayacağınız ve yolun
en sonunda dağların arasında güzel bir restoran ile otelin bulunduğu bir
yeşillik cümbüşü. Kano yapanlar, tekne turuna çıkanlar da var… Restoranın içi
de bir farklı tasarlanmış. Yukarıda dizilmiş tütünlerle, yanlarda ise bütün
duvar silme şarap şişeleriyle dolu… gerçekten görülesi bir yerdi, manzara muhteşemdi.
Makedonya’dan aklımda sadece Ohrid, bot turu ve burası kaldı…
|
Kanyon |
|
Matka Kanyonu Araçsız Yürüyüş Yolu |
|
Muhteşem Matka Kanyonu |
Burada
biraz zaman geçirip, bol bol fotoğraf çekip, kahvemizi de içtikten sonra Üsküp’e
vardık ve Otel Kontinental’e yerleştik. Otel oldukça eski ve kötü durumdaydı. Daha
doğrusu sanırım organizasyon ucuza gelsin diye, restore edilmemiş en üst kat
bize ayrılmıştı… Ama resepsiyon da, yemek salonu da bildiğiniz eski ve
rutubetli kokuyordu ve mobilyaları da anneanne mobilyaları idi. Zaten otelde
fazla zaman geçirmediğimiz için çok da önemli değildi benim için. Kendimizi Üsküp
sokaklarına attık tabiî ki… Üsküp başkent olmasında mutevellit çok sayıda
devlet binasının bulunduğu, baştan yaratılmış bir şehir. Ülke hüzünlü tarihini
unutmak için şehri adeta sıfırdan yaratmış ve haliyle tarihi eserler pek yok. Sadece
Taşköprü eski bir yapı olarak gözünüze çarpıyor, şehri hareketlendirmek için
birkaç yere ilginç heykeller konmuş. Bir de nehrin üzerinden geçen iki köprü
inşa edilmiş ve bu köprüler ışıklandırılıp Makedon tarihi ünlü kişilerinin
heykelleriyle süslenmiş. Bir de şehrin tam göbeğinde Büyük İskender’in adına ve
şanına yakışır derecede muazzam büyüklükte bir heykeli var. Şehrin arka
sokakları Arnavut ve Türk sokakları ve eğlence yerlerinin merkezi… Buralarda da
felekten bir gece çalınabilir.
|
Üsküp Meydanı |
|
Gerçekten Bakıyor Gibi!! |
|
Otel Kontinental Odamdan Üsküp |
|
2012'de Yapılan Köprülerden Biri |
|
Büyük İskender Heykeli |
|
Üsküp Taşköprü |
Son
gecemizde katılım sertifikalarımızı almak ve Makedonya Dışişleri Bakanlığı’nın
resepsiyonuna katılmak üzere bakanlıktaydık. Burada büyük bir gururla dışişleri
bakanından sertifikalarımızı alıp, binanın çatısında Üsküp manzarası eşliğinde
üst sınıf bir resepsiyona da katıldık.
|
Dışişleri Bakanlığı Çatısından Üsküp |
|
Sertifikam !! |
Çok
mu fazla gezi deneyimlerimden bahsettim acaba? Çünkü bu seyahatin bir de
dopdolu bir eğitim programı vardı. Makedonya eski kadın Başbakanı, İngiliz ve
Amerikan Büyükelçileri ile Makedonya Ulusal Kanalı Ana Haber spikerinin
liderlik üzerine verdikleri konferanslar ve oturumlar ile bu kişilerle
karşılıklı sohbetler… Oxford, Harvard ve Georgetown Üniversiteleri’nden gelen
başarılı profesörlerin eğitimleri ve simülasyonlarının mükemmelliği de bana
kalan paha biçilemez deneyimlerdi. Kısacası dolu dolu bir Makedonya idi benim
için….
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder