Bu yıl yaz sezonu kapanışını Marmaris’te Kurban Bayramı sonrasında 4 günlük
tatil ile yaptık. Ekim ayında olması nedeniyle havadan şüpheliydim ki
bir gün iyi bir yağmur yağdı.
Fakat sezon sonunun avantajları da vardı elbette…
Öncelikle 5 yıldızlı tam pansiyon bir otelde çok uygun fiyatlarla tatilimizi
yaptık ve sezona kıyasla boğucu bir kalabalık yoktu. Her ne kadar önceden bu
konseptte bir tatile karşı olsam da birinci günün sonunda anladım ki bazen
gerçekten bu şekilde dinlenmeye ihtiyacımız oluyor. Fakat ikinci günün sonunda
sabahtan akşama sezlongta yatıp denize girip, yemek saatlerini gözlemekten
sıkılmadım dersem yalan olur. Sanırım İsot da aynı düşünüyordu ki; bize üç gün
konaklama yetti de arttı bile. Bir de üç gün boyunca aynı yerde kalıp, insanlardan
izole olmak, yerelle konuşup kaynaşmamak ve alışveriş yapmamak tuhaf bir şeydi.
Sanırım bu durum daha çok yabancı turistlerin hoşuna gidiyor ki, otelde bulunan
2-3 Türk misafirden biriydik. Kaldığımız
otelin müşteri profili genelde orta yaş ve üstü yabancılardı. Akşam düzenlenen
eğlence organizasyonları ise tam bir felaketti benim nazarımda. Bu yüzden akşam
yemekten sonra otelden resmen kaçtık…
Tatilde akşama kadar tam bir miskinlik halinde geçse de yemekten önce spor
salonu ve otelin nimetlerinden yararlandık. Akşam yemeğinden sonra da sahil
bandında uzun yürüyüşler yaptık. Fakat tam pansiyonumuzu da heba etmeyelim diye
açıkçası dışarıda fazla yemedik. Eeee hal böyle olunca pek fazla mekan bilgisi
veremiyorum ne yazık ki… Kaldığımız süre boyunca, Marmaris meydanı, yat limanı, marina ve barlar sokağını arşınladık. Sahil şeridi boyunca yaptığımız yürüyüşlerde
gerçekten iyi ve kaliteli mekânlara rastladık. Tabi bunların yanında (yine bana
göre) kişiliksiz ve manasız bir şekilde dekore edilmiş, kapısında gelen yabancı
turistleri içeri alabilmek için laubali tavırlar sergileyen ve laf atan mekânlar
da vardı. Biraz açayım: Meksika ve uzak doğu tasarımlarının bir arada bulunduğu
loş bir ortamda neon ışıkları ve lazerle aydınlatılan bir sahnede üstsüz dört
erkeğin teşhirci bir show yaptığını düşünün. Hemen yanında karaoke yarışması ve
sesin son noktasına kadar açılması ve insanların şarkı söyleme çabaları… Biraz
resmedebildim sanırım…
Onun haricinde barlar sokağı güzel, fakat sezon sonu olmasından mütevellit çok
sakindi. Burada hani böyle sokakta satılan mısır tezgâhları var ya, onun gibi
tekila shot büfeleri yapmışlar, ilgimi çekti ve bence güzeldi.
Limanı
tabi ki çok ama çok lüks yatların bulunduğu bir yerdi… İnsan fakir miyim? diye düşünüyor :) Liman tarafının daha elit olduğu, mekanların genelde
rakı-balık mekanları olup aşırı sesin bulunmadığı yerlerdi. Ortam limandaki aydınlatmalar, şehrin içinde ufak tefek peyzaj süslemeleri ve heykellerle bence çok hoş, sıcak ve samimi bir ortam haline getirilmişti. Bunlar arasında en
çok ilgimi çekenler, limandaki ahtapot
heykeli, bir sanat galerisi önündeki grafiti ve bir elektrik trafosunun
rengarenk çiçek saksıları ile donatılmasıydı.
Son gün otelden ayrılıp kalan zamanımızı da Sedir Adası dedikleri Kleopatra
kumsalının bulunduğu bir adada geçirdik. Yol üzerinde Çamlı Köyü'nden kalkan
teknelerle bu adaya ulaşılabiliyor. Ada bir sit alanı ve yerleşim yok, zaten
oldukça küçük. Tekne turumuz denizin, dağların ve manzaranın harika olması
nedeniyle oldukça keyifliydi.
Adaya vardığınızda giriş ücretli sanırım, müzekart
ile de girebiliyorsunuz, fakat bizim gibi Maximum üyesi iseniz ücretsiz oluyor. Ada
çok küçük ve kısacık bir kumsalı var. Kleopatra kumsalı denen bu kumsalı ise
halatlarla kapatmışlar. Neden? Çünkü çok özel bir kumu varmış. Bir de bu
yetmiyormuş gibi kumun başına bir özel güvenlik koymuşlar, yani adamın işi tüm
gün boyunca kumsala biri giriyor mu diye gözlemek! Bana çok komik geldi :).
Rivayete göre, Kleopatra ve Antonius burada yüzmüşler ve plajın altın kumları özel olarak Kuzey Afrika'dan buraya gemilerle getirtilmiş. Kum buranın haricinde sadece Mısır'da bulunmaktaymış. Bu kumu ben daha çok irmiğe benzettim :). Kumsalın kenarından kıyısında denize girdik, inanılmaz berrak, cam gibi, yumuşacık zemini olan harika bir denizdi, hakkını vermek lazım. Ayrıca kumsalın arkasına da palmiye ağaçları arasına tahta şezlonglar atmışlar, tavuklar arasında güneşlenebiliyorsunuz :).
Rivayete göre, Kleopatra ve Antonius burada yüzmüşler ve plajın altın kumları özel olarak Kuzey Afrika'dan buraya gemilerle getirtilmiş. Kum buranın haricinde sadece Mısır'da bulunmaktaymış. Bu kumu ben daha çok irmiğe benzettim :). Kumsalın kenarından kıyısında denize girdik, inanılmaz berrak, cam gibi, yumuşacık zemini olan harika bir denizdi, hakkını vermek lazım. Ayrıca kumsalın arkasına da palmiye ağaçları arasına tahta şezlonglar atmışlar, tavuklar arasında güneşlenebiliyorsunuz :).
Biraz yüzdükten sonra küçük adanın diğer tarafında bulunan ve tahta
yollardan gidilen Roma çağından kalma Antik tiyatroyu gezdik. Tabiî ki insan bu
kadar yıllar önce burada bir medeniyetin olduğunu görünce bir tuhaf oluyor.
Sonra teknemizin kalkma saati yaklaşırken tahta yoldan çıkışa yöneldiğimizde
tahtaların üzerinden yağ gibi kayarak geçen yılan biraz adrenaline sebep olmadı
değil :).
Teknemiz küçük bir iskeleye demir atmıştı ve iskeleye gittiğimizde denizde milyonlarca irili ufaklı balığın berrak suda yüzdüğünü gördüm. Onları izlemek, muhteşem manzara, sadelik, mütevazilik ve doğadaki zarafetin keyfini çıkarmak ve huzur ile dolmak benim için paha biçilemezdi. Dönüş yolunda teknedeyken, doğa bize daha güzel bir manzara sunmak istercesine yağmur damlalarını indirdi denize… Denizin koyu ve açık mavisi ile ağaçların yeşili daha da bir belirginleşti. Yağmur tanelerinin denizle buluştuğunda çıkardığı tek tek ve genel görüntü tabloyu tamamladı…
İyi ki de Sedir Adası’na gitmişiz demiştim gün sonunda, ben otelde kalmaktan çok çok daha fazla keyif almıştım son gündeki bu gezimizle… Tatilimiz ve Sedir Adası gezimiz burada bitmek üzereydi, bize kalan ise çok sayıda güzel fotoğraf ve anı…