Bence seyahat ve tatil deyince
iki tür insan tipi ortaya çıkıyor. Her iki gruba da girenlerin hayatı ve
vücudunun makineye benzediğini düşünelim. Birinci gruptakiler tatilleri
yıpranma bedeli olarak görüyorlar ve olabildiğince az hareket, bol dinlenme ile
amortisman ücretini çıkarmaya çalışıyorlar. Diğer gruptakiler de aslında biraz
da rahatsız tipler olup daha fazla görüp daha fazla gezerek ve daha fazla
hareket ederek kendilerini “işleyip ışıldıyorlar” ve bunun ömürlerini
uzattığına inanıyorlar. Sanki biz ikinci gruba giriyoruz.
İşte öyle bir haftasonu yine
duramıyoruz, napsak napsak derken, bisikletlerimizi arabamıza takıp Eğirdir’de
alıyoruz soluğu. Bu arada bisikletlerimizi de tanıtmanın vakti geldi sanırım.
Benim bisikletimin adı rengi turuncu olmasından dolayı TURUNÇ. Turunçumun bir
de sevdiceği var beyaz renkli ve çok da azimli 2000 km’ye yakın yol yaptı fakat
hala adsız bir kahraman, çünkü İsot bir isim beğenemedi daha.
Eğer yavaş yaşam taraftarı bir
yapınız varsa, doğa ve doğa sporlarından zevk alıyorsanız, bisiklet tam bir
biçilmiş kaftan. Özellikle Avrupa’da (bisiklet ve ineklerin ülkesi olan
Hollanda’da 1 yıl, rivayet odur ki Hollanda da insandan fazla bisiklet ve inek
bulunuyormuş :) ve Almanya’da da 1 yıl yaşadım.) 2 yıl kalmam nedeniyle, bisikleti şehirle
bütünleştirmeyi seviyorum. Ona ben güç veriyorum gibi geliyor o da bana sanki
özgürlüğümü veriyor. İtiraf etmeliyim biraz da Turunçum bana herkesten farklı
olduğumu hissettiriyor. Bir de bunu İsotum yapıyor işte :) daha ne olsun ….. İşime
bisikletle gidip gelmeyi seviyorum. Hem spor yapıyorum hem de temiz hava
alıyorum. Ehh işte küçük şehirde bulunmanın avantajlarından biri de çok fazla
trafiğin olmaması ve bu durumu fırsata çevirebilmek. Aslında en büyük
hayallerimizden biri de en azından Avrupa’yı bisikletle turlamak demeden
geçemiycem. O da olacak bir gün :)
Ne yazık ki demeden geçemiyeceğim
konulardan biri de şehirlerimizin bisiklet dostu şehirler olamayışı, Avrupa’da
bulduğum güvenli bisiklet yolculuğunu burada pek gerçekleştiremiyorum. Üzücü
fakat belediyeler bence gereksiz ve çirkinlik abidesi metal gül figürlerini
şehrin her tarafına dikip de bunlara ne kadar (saçma) paralar harcadıklarıyla övüneceklerine,
bisiklet yollarını oluştursalar daha faydalı olacaklar topluma. Bu durum
ülkemizdeki parklar konusunda da geçerli aslında. İki bank atıp 500 m2 yeri
yeşillendirince ve artık trend olan spor
aletlerini koyunca park olduğunu sanan zihniyet açıkçası beni rahatsız ediyor.
Öncelikle bir şehrin mekansal kurgusunun o ülkede araba ya da binadan ziyade
insana ne kadar önem verdiğinin göstergesi olduğuna inanıyorum. İnsan ve insan
hayatı ne yazık ki çok ucuz ülkemizde. Bu yüzden medeniyet ve şehirden
uzaklaşmak bize iyi geliyor.
Eğirdir gölünden –Kovada gölüne
kadar git-gel 64 km bisikletli turumuza başlıyoruz. Sularımız, yiyecek bişiler,
sırt çantalarımız, bütün bisiklet ekipmanlarımız hazır… 32 km’lik dümdüz bir
yoldan kanalın yanından elma ve kiraz bahçeleri arasından, etrafa bakına bakına,
bahçelerde çalışanlara selam vere vere ve arada gölgede dura dinlene Kovada’ya
gidiyoruz. Rüzgarı da aldık arkamıza. Hatta yolda giderken yine gördük şu bisikletli
yabancı turistleri “allaaaammm olamaaaz en azından onlardan önce görmeliyim
Kovada’yı” diye pedallara kuvvet basıyorum.
1 saatten biraz fazla bir bisiklet turundan sonra Kovada’dayız. Kovada milli parkı piknik için uygun bir yer ve pek insan eli değmemiş bakir alanlardan biri. Zaten Isparta’da yaşıyorsanız bu gibi doğal güzelliklerin yanı başınızda bulunması büyük fırsat… kısa mesafede bir çok milli park göl ve kanyonlar var. Hatta sırf bu yüzden Eğirdir Komando Eğitim Merkezi’nin burada kurulduğunu, eğitimler için en uygun tabiat şartlarının (dağ, göl, kanyon, bataklık vs.) bu bölgede bulunduğunu bir komando eğitmeni arkadaşımdan; en fazla bitki ve hayvan çeşitliliğinin yine bu bölgede yer aldığını da Yaban Hayatı konusunda çalışan bir akademisyen arkadaşımdan öğrendim yakın zaman önce.
Kovada da bu doğa harikalarından
birisi. Yolda giderken bulduğumuz eriklerden yiyoruz. Hiç kimse yok neredeyse
gölün etrafında ve resmen cennetten bir parça. Aslında biraz erken gidip de
gölün etrafını dolaşmak hiç fena olmazdı diyoruz. O da bir dahaki sefere artık.
Gölün yanında gizli saklı iskele tarzı ahşap bir yapı bulup orada yarım saat dinleniyoruz.
Yiyeceklerimizi yiyoruz. Ben zorlamayla da olsa İsotla birkaç kare fotoğraf
çekebiliyorum. Objektiflere çıkmayı pek sevmiyor da bizimkisi :). Gerçekten farklı ve sadece orman kokan havası
insanı sarhoş ediyor.
Dönüş yolunda ise güneş batmak üzere,
yaklaşık 2 saatlik bir pedal çevirme ile tekrar geri dönüyoruz. Artık biraz
dinlenme vakti.
Eğirdir’in çok önemli bir
özelliği çok fazla rüzgarlı olması size tavsiyem yaz olsa dahi eğer buralara
yolunuz düşerse ince bir ceket getirin yanınıza, zira dışarıda yemek yemek ve
manzarayı seyretmek işkence gibi gelebilir. Aslında yemeklerini çok beğenmesem
de açık büfenin güzel olduğu SDÜ uygulama otelinin restoranında yemeklerimizi
yiyip, dağların arasından batan güneş ile oynaşan pembemsi gökyüzü ve güneşin
Eğirdir Gölü’ne yansımalarını izleyerek çaylarımızı yudumluyoruz. Ben bu
manzaraya bitiyorum işte…